7 Aralık 2014 Pazar

Apple Ürünlerini Kılıfa Kurban Etmek (1)

Uzay Yolu..
Yıldız Savaşları..
Geleceğe Dönüş..

Yaşı otuzun üzerinde olanlar için olduça anlamlı olan bu yapıtlar milenyum öncesi dönemde insanların teknolojiye bakış açısını da yansıtıyordu...

6 Ağustos 1945'de Hiroşima'ya atılan atom bombası patladığında Dünyada soğuk savaşın başlayacağı, askeri teknolojinin ardı sıra uzay teknolojisine de ağırlık verileceği belli olmuştu..
Ancak iletişim kavramının globalleşme ile ortaya koyduğu birliktelik teknolojinin seyrinde de değişmelere neden olacak gibi görünüyordu..

Sabit telefonlarla kurulan iletişim evet konforlu ve güzeldi, uzaktaki akrabaların, sevgililerin seslerini duyabilmek çok hoştu, ama kesinlikle kişisel olamıyordu..
Bulunduğunuz ortamda yalnız değilseniz telefonda özel görüşmeler yapmak ölümdü..Hele de sevgilinizle..
İşte bu noktada cepte taşınabilen telefonlar devreye giriyor ve insanlara "kişiselleştirme" özgürlüğünü veriyordu..
Artık insanların teknoloji konusunda bakışları uzayın sonsuz boşluğundan avuçlarının içindeki minik dünyaya çevrilmiş oluyordu..
Oldukça bakir bu alanda Ericsson 628, 688'ler, Nokia 3110, 5110'lar arz-ı endam ediyor, teknoloji nimeti her yıl insanlara yepyeni özelliklerle adeta şov yapıyordu..
Düşünebiliyor musunuz elinizdeki o küçücük şey (küçücük kavramı tartışılabilir) hem bir telefon hem de yılan oyunu ile size hoş vakit geçirtebilen bir eğlence makinesine dönüşebiliyordu..




Sonrasıysa malum..
Mp3 çalma, VGA kalitesinde de olsa fotoğraf çekme vs. vs...
Sonra çirkin çirkin tasarımlarıyla kullanışsız, estetikle ilgisiz dokunmatik telefonlar (esasında basmatik ya da çökmatik demeli) çıktı..
Piyasada öylesine varlarken ve esasında çok da tercih edilmezlerken (ki bu dönemde Nokia, kalitesinin düşürdüğü dandik tuşlu telefonları ile insanların sırtından beslenmeye devam ediyordu) takvimler Ocak 2007'yi gösterdiyor, iPod ve iTunes ile müzik dünyasını sarsan Jobs sahneye çıkıp o gün sadece telefon/cep telefonu dünyasını değil teknolojinin de gidişatını değiştiriyordu.

iPhone sahip olduğu teknik özellikleri ile hep teknolojiyi ileriye taşıyan bir firma oldu..
Zaten bu konu bizim alanımızın dışında..
Biz Apple ürünlerine ikonik bir kimlik kazandıran onları birer arzu nesnesi haline geitren tasarımlarından bahsetmek istiyoruz. 
Esasında Apple'ı Apple yapan takıntılı kişiliği ile yarattığı eserlere ince bir zevki ve dibine kadar da kaliteyi işlemeyi arzu edinen Jobs faktörüdür...
Onun ürettiği ürünler konusunda ne denli titizlendiğini, sırf bir vida tasarımı için bile neler yaptığını az çok duymuşsunuzdur.. (Hatta ilginizi çekerse Walter Isaacson’un ve Michael Mortiz’in kitaplarını önerebilirim.)

Son dönemde daha yoğun kullanılmaya başlanan metal ve Sir Ive'ın ince zevki birleştiğinde insanlara ellerine aldıklarında dokunmaktan zevk aldıkları birer sanat eseri hediye edilmiş oluyordu ve pek tabii ki Apple ürünlerinin sahip olduğu bu nitelikler onları rakiplerinden farklı bir noktaya taşıyordu..
Ben Apple'la metali daha yoğun tercih ettiği son dönemde tanıştım. 2011'de iPhone 3gs ile Apple dünyasına dahil oldum. Ama sonrasında hızlı bir şekilde iPhone 4s, iPhone 5, 5c, Macbook Pro, iPod Shuffle,iPad with Retina Display, iPad Air, Time Capsule ve son olarak iPhone 6&6 Plus.

Tüm ürünlerin tasarım ve üretim aşamasında gösterilen hassasiyet, tüketici kitleye verilen önemi her zerresinde hissettiriyor. Mac OSX veya IOS’un yazılımsal boyuttaki kullanıcı dostu yapısına ise hiç değinmiyorum. Dedik ya meselemiz Apple ürünlerinin tasarımsal inceliği.

Peki ama bunca AR-GE ile ortaya konulan, inovasyon kavramının yaşayan karşılığı şeklinde tanımlayabileceğimiz Apple’ın sanat eseri tarzındaki ürünlerini kılıfla kullanmak onlara bir nevi hakaret olmuyor mu? Bu onların doğallığına bir darbe değil mi?

Ama maddi kısıtlamaların sıkıcılığından kurutlabilseydim tüm Apple ürünlerini keyifle kılıfsız kullanmayı arzu ederdim.
Zira gerek Mac'de gerekse iPad ve iPhone'da ince bir sanatın, tasarım anlayışının yansımasını görüyor ve kaliteyi hissediyorsunuz..ancak dedim ya maddiyat hayattaki tüm zevkleri doyasıya yaşamanıza müsade etmiyor :)

İşte bu nedenle ben de kullandığım üç harika Apple ürününü kılıfa kurban etmek durumunda kaldım..
Hangi kılıfları neden tercih ettiğimi bu yazının ikinci bölümünde devam etmek istiyorum..

Yine buraya kadar gelebilen, sabır gösteren, şöyle bir bakıp tadımlık bir kaç satır okuyan herkese çok teşekkürler..
Kerem GÜREL
Samsun

20 Kasım 2014 Perşembe

Telefona Kaptırılan Anlar...

Sahip oldukları donanımları, yazılımdaki başarıları ile son dönem teknolojik cihazlar özellikle telefon ve tabletler  insanoğlunun yaşamında kişiselleştirmeyle birlikte kolaylaştırma gibi etkilerde de bulunmaya başladı...

Telefon ve tabletleri ama özellikle telefonları artık o kadar seviyoruz ki nurtopu gibi bir korkumuz da ortaya çıktı..
"Nomofobia" 
İngilizce “no mobile phobia”dan türetilen “nomofobia yada nomofobi"yi tabir-i caizse ellerindeki telefonun içine düşen insanların ondan mahrum kalma korkusu şeklinde özetleyebilir, ya da "Telefonum çalınır yada şarjı biterse ben de biterim abiii!" diyenlerin duygusudur şeklinde tanımlayabiliriz.



Şarjı bitmiş olsa bile beynimiz bize oyunlar oynayıp cebimizdeki telefonu çıkarıp kontrol etmemiz gerektiğini söyleyebiliyor kimi zaman.
Farkındasınız siz de değil mi?

Hobili fobili takılıp kaldığımız bu cihazları en çok bize ait oldukları için seviyoruz sanırım. Bize ait bize..Kimseye değil sadece bize...hele de Apple'ın başlattığı parmak okuma teknolojisiyle beraber dandik kilide sahip günlüklerden artık yüksek teknoloji korumalı kişisel alana sahip oldu milyonlarca genç. Ve tabii bizler..

E itiraf edelim o halde...Giderek bencilleşen, egoizme boğulan bir dünyada biz de kendimize ait mikro alanlar yaratmayı seviyoruz..Telefonlar ve tabletler ama özellikle telefonlar kendi zevklerimizle dayayıp döşediğimiz, bizim sevdiğimiz müzik, film, uygulama, kitap, dergilerle, uygulamalar ve oyunlarla dolu sanal bir dünya yaratma yetisini kazandırıyor...Bu sayede işten eve geldiğimizde eşimizin, annemizin, çocuğumuzun yanındayken bile o sanal dünyamıza kaçabiliyor orda bi haber okuyup iki yorum çaktıktan sonra gerçek dünyaya dönebiliyor sohbete devam edebiliyoruz...ya da otobüste özellikle cam kenarını tercih edip işe gidene kadar hiç çıkmadan geziniyoruz o sanal alemimizde...Dişçide sıra mı bekliyorsunuz...Şarjınız %60 internet kotanız tükenmekten uzaksa hoop bir bakmışsınız o sanal dünyadasınız çoktan...

Oraya artık o kadar çok girip çıkıyoruz ki Turkcell gibi bu işten ekmek yiyen bir firma bile küçük Selocanlarına "Telefooonu telefoooonu telefonu bırakk!" dedirtivermişti bir zaman.

Telefonlar veya tabletler birer Terminatör'e dönüşüp dünyayı ele geçirirler mi? 
Valla gecenin bi yarısı Karadeniz kıyısından baktığımda ben bunu net göremiyorum ama yavaş yavaş hayatlarımızı ele geçirdiğini, elleri buruş buruş olmuş anamızın, kamburu çıkmış babamızın yanında telefonumuzun ekranına yapışıp kaldığımızı, ya da kızımızın/oğlumuzun sorularına otomatik cevaplar verip ne dediğimizin bile farkına varmadığımızı gayet iyi görebiliyorum.

Hayatımızda "Can Sıkıntısı" kavramını azaltan, yaşamımızı pek çok açıdan kolaylaştıran bu cihazların sevdiklerimizle geçireceğimiz o çok değerli vakti çalmaması dileğiyle yazıyı noktalıyorum...

Tamamen farklı amaçlarla başladığım yazı bir gece vakti bu noktaya ulaştı. Nasipse bir başka sefere diğer meramımı anlatırım. 

Okuma nezaketini gösteren tüm dostlara selam olsun...

Kerem GÜREL
Samsun

7 Kasım 2014 Cuma

NEDEN APPLE?

Apple..
Steve Jobs'la efsaneleşen, pek çok analist tarafından onun ölümü ile bocalama yaşasa da hala dünyanın en değerli şirketi sayılan, son çeyrekteki geliri 42,1
milyar dolar, elindeki nakit miktarı 155 milyar doları bulan bir teknoloji devi...

Üzerinde en çok konuşulan, en çok tartışılan şirketlerden biri. O denli ki artık pek çok yerde futbol, siyaset kadar teknoloji muhabbetlerinin de döndüğünü; 
"Mercedes mi BMW mi?"
"Galatasaray mı Fener mi" geyiklerinin yerini 
"Apple mı Samsung mu" sorularının aldığına pek çoğunuz şahit olmuşsunuzdur sanırım.

Geçtiğimiz 12 ayda tam 243 milyon adet iOS cihazı satan bu devle tanışmam 2011 yılı ekim ayına denk gelmektedir, ki bu benim gibi bir teknoloji meraklısı için geç bir tarih olsa gerek.

(1999'da başlayan telefon maceramın kronolojik gelişimi aşağı yukarı bu şekildeydi.)


İlk dokunmatik telefonla tanışmam bir dönem ortalığı kasıp kavuran Nokia 5800 ile olmuştu. Sonrasında yazılımdan, uygulama mağazasından bi haber teknoloji acemisi ben için bir sonraki durak Samsung Wave 2 olmuştu.

Ama ya reklamlarda ya da kimi dizilerin artizlerinde gördüğüm iPhone'lar aklımın bir köşesinde kendine kaçak gecekondu dikmeye çoktan başlamıştı bile. 
Nitekim 4s'lerin tanıtımıyla fiyatları düşen 8gb'lık 3gs'ler ilgi alanımda ele geçirdiği alanı her geçen günü daha da büyütüyordu ki ben planlama aşamasına geçtiğimi fark etmiş oldum. Şuursuzca, koleksiyonunu yaptığım model otomobillerden en değerli olanını bu iş için kurban seçmiştim çoktan.(sonrasında ne pişmanlıklar yaşadım bir bilseniz..300 tl'ye sattığım bu modelin iki yıl sonra 1500-2000 tl gibi satıldığını da gördüm :'(  ) 



Ve gittim.
Gittim ve bir Turkcell bayisinden 12 taksitle (bir kısmını modelden gelen parayla sağlamış idim) iPhone 3gs aldım ve böylece Apple dünyasına adım attım. Aldığım gece telefonun ilk açılış ve kurulumunda ne kadar acemi olduğumu hatırlıyorum şimdi tebessümle...Açılışta otomatik olarak sorulan o sorular yanlış bir şeyler yaparım korkusu ile bana ecel terleri döktürmüş, hemen çevirdiğim Turkcell müşteri hizmetlerindeki elemanın yardımı ile ancak telefonun kurulumunu tamamlayabilmiştim.
Ve o telefon bana ancak iki ay dayandı. Zira, yıllardır içimde usul usul uyuyan teknoloji canavarı uyanmak için bir Apple cihazına dokunmamı bekliyormuş meğer..

Ve ben yine gittim.
Gittim ve bu kez bir Vodafone bayisinden 24 ay taahhütle iPhone 4s aldım. Telefonu almadan önce günlerce cebimde sakladığım Vodafone'un 4s reklam broşürünü hala saklarım her ne kadar köşeleri yıpranmış, buruşmuş olsada..

4s, teknolojiye bakış açımı tümden değiştirdi..Hayatımı kolaylaştırmasının yanı sıra o güne kadar hiç bir cihazın olmadığı kadar dahil oluverdi hayatıma...Uygulama mağazasından beğenilen uygulamalar birer ikişer yüklendikçe ben yeni bir pratiklikle, yeni bir eğlence anlayışı ile tanışıyordum. İlk yaptığım işlerden biri Walter Isaacson'un Jobs'un biyografisini anlattığı kitabı bir yerlerden (?) bulup telefonuma indirmek ve okumak oldu.

O kitap ve kitapta anlatılan Jobs Apple hayranlığıma indirilmiş bir hayranlık kırbacı idi. Steve Jobs'un takıntılı kişiliğinde kendimden de benzerlikler buldum kimi zaman, kimi zaman da iletişim konusundaki eksikliklerine, insanın sinir dünyasını allak bullak eden davranışlarına gıcık oldum.

O zamanlar 3 yaşında olan kızımın bir çok videosunu, pek çok fotoğrafını çektim 4s'le. Her an elimin altında sınıfına göre son derece başarılı bir kamera, f.makinası oldu bana. Onun sayesinde ne zaman büyüdüğünü fark edemediğim kızımın, ileride değeri çok daha artacak belki binlerce fotoğrafını/videosunu çektim. Siz sırf bu nedenle bir teknolojik alete minnet duymaz mıydınız?

Ya onun sayesinde gidermeye çalıştığım bilgi açlığım. Cebimde 24 ciltlik bir Büyük Larousse seti taşıyordum sanki..Kimi zaman beklediğim dişçi sırasında bana yarenlik ediyor, sörf yapıyordum. Kimi zamanda öğrencilerimle kitaplarda neden güncel veriler kullanılmadığını eleştiriyor, telefondan girdiğimiz internette 2012 yılı dış ticaret rakamlarını bulabiliyorduk..Sene sonu geliyor, öğretmenler odasındaki tek bilgisayar not girişi sırasıyla boğuşurken ben kenara çekiliyor ve iPhone'un Retina ekranının rahatlığında usul usul giriyordum notlarımı e-okul sistemine..

Pek çoğunuzun yaptığı gibi film de yükledim, müzik de telefonuma. Ama Apple'ın alternatiflerine göre sunduğu ekstra güvenlik ve onun getirisi rahatlık en çok banka işlemlerinde işime yarıyordu. Benim gibi kredi kartlarına, taksitlere boğulmuş memur takımı için ayın 15'inin ekstra yükten başka hiçbir anlamı yoktur. Düşündüğünüz gibi alem falan yapmıyoruz o gün yani. Zira internet bankacılığı ile artık ayın 15'inde para sanal olarak ordan oraya EFT yapılır, havale yollanır, kartlar ödenir ve siz ya eksi bakiyeye düşer, ortaya çıkan görüntüyü kararan bir surat ifadesi ile izler ya da elde kalan iki haneli rakama düşmüş para için bi ara bi bankamatiği ziyaret edersiniz. İşte bu sanal trafikte Apple için geliştirilen uygulamalar hayatımı bir hayli kolaylaştırıyor bankaların o boğucu atmosferini daha az solumama sebep oluyordu.

Tek başına yapılan kahvaltılarda artık haber sitelerini gezinmek, köşe yazılarını okumak rutine dönüşmüş, gündem takibinden büyük kolaylık sağlar hale gelmişti. 

Rutin olarak yaptığım yaz tatili köy ziyaretlerinde zar zor çeken interneti kullanıp sanal alışverişler yapıp siparişler hazırlayabiliyordum artık..

Apple bana sadece "hayatım toplantı uzayacak galiba, kızımı benim için öp" demeye yarayan bir cihaz vermemiş aynı zamanda bir yaren, bir yaver de vermişti. Hayatımı kolaylaştırdığı kadar artık "can sıkıntısı" kavramı da onun sayesinde hayatımdan yavaş yavaş uzaklaşıyordu.

Artık sıkılmaya başladığınızı hissediyorum...
Yoksa yanılıyor muyum...
"İyi de güzel kardeşim tüm bu saydıklarını bir Samsung'la, bir HTC ile de yapamaz mıydın?" diyorsunuz galiba..
Mantıksal olarak evet Samsung Galaxy S2,S3,S4,S5'ler, Galaxy Grandlar,Neolar,Alphalar, Younglar, Aceler...(ve daha yüzlerce Samsung Galaxy serisi daha) yada HTC One X'ler,One m7'ler m8'ler hepsi de aynı işi görmesi için üretilmiş cihazlar...
Ama bu durumda mantık tek başına işe yaramıyor...Zira beğeniler, beklentiler, kişisel zevkler devreye giriyor...
Çünkü kaliteyi seviyorum...

Evet.
İşte Apple'ı seçmemdeki nirengi noktası bu.
Çünkü ben kaliteyi seviyorum.
Ve Apple bu piyasadaki en kaliteli firma...Bu işi hakkıyla yapabilen tek firma.
Sunduğu ürünler fiziksel anlamda da kullanım anlamında da size kaliteli olduğunu hissettiriyor.Çünkü o teknoloji dünyasının Rolls Royce'u.

Jobs'la başlayan takıntılı üretim anlayışı ufak fireler (iPhone 6 ve 6 Plus'daki kamera çıkıntısı gibi) verse bile hala devam ediyor. 

Kalite kadar önemli hatta onu destekler bir konu daha var ki;
Tasarım.
Apple ürünlerinde hakim olan sadelik, flat dizayn ve kullanıcı odaklı yaklaşım şuan kullandığım iPhone 6 Plus, iPad Air, Macbook Pro ve Time Machine'de kendisini hissettiriyor. 

Ve evet, Apple'ın son güncellemeler ile daha da kuvvetlendirdiği tüm cihazları birleştirme prensibine dayalı olarak oluşturduğu ekosisteme bırakıverdim kendimi. Rahatlığını yaşıyor, keyfini sürüyorum.
Maillerim, Kişilerim, Notlarım, Kitaplarım... hepsi ortak sistemde ve ben birinde başladığım işi diğerinde devam ettirip bitirebiliyorum. Ne Samsung'un ne de Microsoft'un bunu bu kadar kaliteli şekilde sunması şuan mümkün. Bu da yukarıda saydığım (hatta eksik saydığım) tüm maddelerle beraber Apple'ı sektörün bir numarası yapıyor.

Her ne kadar 4.7 ve 5.5 inçlik ekrana sahip son iPhone modelleri ile Apple'ın takip edilen değil takip eden bir firma olduğu söylense de ben Macintoshlardan iPodlara, iPhonelardan iPadlere ve hatta  Watch'a kadar tüm Apple ürünlerinin ya kendi sınıflarını ya da sınıf standartlarını yarattığını düşünüyorum. Bu da Steve Jobs'un bir başarısıdır muhakkak ki neden bilmem ruhuna Allah rızası için bir Fatiha okuma arzusu doğuyor bu aklıma geldikçe.

Bu yazı Apple fan boyluğu için (Türkçeye böyle iğrenç bir kelime de katmış oldum galiba) yazılmadı kesinlikle..Gece yarısı Apple Store önünde kuyruğa girmeye, varını yoğunu ortaya koyup her yıl telefon değiştirme gayretine çok da akılcı bakmıyorum açıkçası. Teknoloji yazarı Serdar Kuzuloğlu'nun bir röportajında bahsettiği gibi ağzındaki çürüğü yaptırmayan nice insan en son çıkan telefonu alma derdinde. İşte bu yanlış.
Çok yanlış.
Bu sektörde Apple'ın politikalarının da ürünlerinin de hatalı kısımları olduğunu/olabileceğini biliyor ve inanıyorum. Ama hatalarla, müşteri kazıklayarak daha fazla kar elde etme derdindeki hissedarlarla dolu bu teknoloji dünyasında Apple diğerlerine göre ürünlerini ve hizmetlerini daha sağlam daha kaliteli sunmayı beceriyor. Yani tüketime dayalı, kusursuz şirket bulamayacağınız bu piyasada Apple Abdurrahman Çelebi* oluveriyor.

*Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler...






31 Ekim 2014 Cuma

iPhone 6 Plus ile İki Hafta

Üç yıllık bir bekleyişten sonra geniş ekran iPhone beklentimin sonucunu ve 4.7” ekranı yetersiz bulup neden ve nasıl 6 Plus’a geçtiğimi burada izah etmeye çalışmış idim…

Şimdiyse yine teknik detaylara, Geekbench, Benchmark vb. test verilerine dalmadan sabah 7.00’dan gece 23.00’a kadar telefonunu pek elinden düşürmeyen son kullanıcı olarak edindiğim izlenimleri, İOS-Android, Apple-Samsung yada 6-6 Plus ikilemini yaşayanlar için paylaşayım arzusundayım.


BOYUTLAR
Öncelikle daha öncede üzerinde tartışıldığı üzere evvela ilk bölümde telefonun büyüklüğünden bahsetmek istiyorum;
3.7, 4 veya 4.2” gibi ekranlara alışanlar için (ki bahsolduğu üzere bendeniz üç yıl 4s kullandım) 5.5” gibi bir telefonu kullanmak pek tabii ki alışma süreci gerektiriyor. Zira iPhone çizgisini koruma adına daraltılmayan çerçeveler telefonu olması gerektiğinden ben diyeyim iri yarı siz diyin çam yarması gibi bir hale getiriyor. Ancak telefonun inceltilmesi ve kenarlara verilen kavis elde tutuş konusunda imdadınıza yetişiyor. 
Zaman içerisinde o ilk elinize aldığınızda dudaklarınızdan kimilerinde usulca, kimilerinde gürleyerek çıkan “ooo haaa” sözcüğü tekrarlanmaz oluyor. Çünkü alışıyorsunuz.
Evet alışıyorsunuz.
Bakın Türk Dil Kurumu “alışmak” sözcüğünü nasıl tanımlıyor;
  “Yadırgamaz duruma gelmek"
Yani elinizde tuttuğunuz son teknolojinin ebatlarını artık yadırgamıyorsunuz.

Bu kadar geyiğe ne gerek var dediğinizi duyar gibiyim. Anlatmak istediğim şu, hassas dengeler üzerine kurulu psikolojinizin yada isterseniz beyniniz olsun, algılarınız üzerinde etkisini gösteriyor ve ilk başlarda gözünüze devasa görünen cihaz zaman içerisinde normal boyutlarda bir telefon gibi algılamanıza neden oluyor. Hatta bir zamanlar gözde telefonlarınızdan saydığınız, “evet abi yaa, telefon dediğin bu boyutta olur” dediğiniz iPhone 5’in ne kadar küçük olduğu izlenimine kapılıyorsunuz. 
Özellikle iki elinizi kullanabildiğiniz durumlarda 6 Plus müthiş keyifli bir telefon. Ama ola ki bir elinizde pazar çantası, BİM poşeti veya köpeğinizin tasması varsa 6 Plus’ı cebinizden çıkarıp görüşme yapmanız, internette gezinmeniz, mesaj yazmanız bir eziyete dönüşecektir. O “Home” tuşuna iki defa tıklayıp ekranı yarıya indirme espirisi var ya, hani tanıtımda öve öve bitiremediydiler. İşte o özellik de hiç bir halta yaramayacaktır, benden söylemesi. Zira iPhone klasiği olan fiziksel home tuşunun alt ortada bulunan yerine parmağınızla ulaşmanız zahmetli olacaktır. O tuşa ulaşmak için avuç içinde tuttuğunuz cihazı avuç içinizden kaydırıp serçe parmağınızın üstüne yüklemeniz gerekecek ki bu durumda telefonu hiç de sağlam şekilde tutmuyor olacaksınız. 2649 ile 3249 lira arasında değere sahip bir telefonu kimsenin bir kerecik bile olsa yere düşürmek isteyeceğini zannetmem.  


Yeri gelmişken bahsetmek istediğim bir hususta tuş kilidinin konumuyla ilgili.. Telefonu nasıl tutarsanız tutun sonuçta tuş kilidinin şu anki konumuna erişebildiğiniz rahatlıkla, eskiden var olduğu yere de ulaşabiliyorsunuz. Bu değişiklik gerekli miydi diye düşünmüyor değilim hani.


TASARIM
Telefonun tasarımı konusunda tek söyleyebileceğim Apple hala iPhone 4/4s çizgisini tutturamadı. Evet 4/4s’in aşırı köşeli tasarımı önceki modellere göre elde tutmayı zorlaştırıyordu ama gayet güzel oranlara sahip bu telefon cam ve çeliğin mükemmel uyumunu sergiliyordu. 

Bu telefonda gösterilen yuvarlatılmış hatlar yerine yine aynı çizgide devam edilmesi gerektiği inancındayım. Ya da en azından aşağıdaki konsept fotoğraflarındaki gibi bir tasarım dili hem eskisine oranla farklılığı temsil edecekti hem de arkadaki farklı renk bantlar 5/5s'in albenili görüntüsünü devam ettirecekti. Belki böylece farklılığı ile size zevk veren telefonunuz HTC One serisine benzemeyecekti.





PİL 
Samsung'un saçma sapan reklamlarıyla aklınca alaya almaya çalıştığı iPhoneların pil ömrü, büyüyen ekranla birlikte insanlarda daha fazla beklenti yaratılmasına neden oldu. iPhone 6 ne yazıkki pil konusunda beklenen performansı sunamazken yukarıda da bahsettiğim üzere sabah 6'dan gece 11-12'ye kadar telefonu elinden düşürmeyen biri için bile 6 Plus son derece yeterli bir performans sunuyor. Aşağıda şuan itibariyle pilin durumu gösterilmiştir.


1 saat 13 dakikalık artı bekleme ve 1 saatlik ek kullanımdan sonra pil yüzde 8 azalmış gözüküyor.


PERFORMANS
Apple'ın yazılımla donanımı nasıl birbiriyle uyumlu çalıştırmayı başardığını bu nedenle de çok yüksek donanım özelliklerine, bilmem kaç cigabayt reme, kaç cigaherz işlemciye ihtiyaç duymadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Evet ama artık Apple'ın klasikleşen 1 gb RAM'i bu cihazda yeterli olmuyor. Kuvvetle muhtemel ki 6s diyeceği bir sonraki Plus serisinde Apple pislik yapacak ve yeni cihaza 2 gb RAM koyacaktır. He 1 gb RAM bu cihaza yetmiyor mu, yetiyor tabii ki, ancak bu tarz bir cihazın sikleti 1gb olmamalıydı.İnternette Safariyle dolaşırken, Facebook'a kısa süreli arayla giriş yaptığınızda sayfaların her seferinde yeniden yüklenmeye çalışması bir süre sonra can sıkıcı oluyor. Bir de bu telefonda da dikkatimi çeken bir sorun var ki beni inatla gıcık etmeye devam ediyor. 
Kilit ekranda cevapsız arama görüp yine kilit ekran üzerinden arama yapmaya çalıştığımda bazen cihazın beyni bulanabikiyor ki 4s'de de, kısa süreli de olsa kullandığım 5-5c modellerinde de buna rastlamıştım. Hala devam ediyor olması ilginç.


KULLANIM
Evinde iPad, iPhone ve Macbook olan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki 6 Plus elinize geçtiği andan itibaren tabletinizi daha seyrek elinize alacak, bilgisayarınızı ise sadece gerekli zamanlarda kullanmaya başlayacaksınız. Zira ne tablet ne PC hiç bir zaman telefonun yerini alamayacak, çünkü hiç biri telefon kadar sizinle içli dışlı olamayacaktır. Akıllı telefonunuz her daim sizinledir. Bankacılık işlemlerinden, doktorda muayene sırasını beklerken yaptığınız safari gezinmelerine, haber takibinden elektrik kesintilerinde el feneri desteğine kadar hiç bir cihaz, telefon kadar komplike bir yapıya sahip olamayacaktır. İşte bu nedenle 6 Plus'ın her daim yanımda olması benim için bir güven unsuru. O varsa, telefon şebekesinin çektiği, internetin bulunduğu her yerde işlerimi en rahat en verimli şekilde halledebileceğime eminim. 

Handoff özelliğinin de gelişiyle beraber bu yazıda da kullandığım haliyle 6 Plus'un geniş ekranında yazmaya başladığım yazıları (ki bu konuda geniş ekran çok büyük bir rahatlık) tabletten veya bilgisayardan devam ettirebiliyorum. Aynı geniş ekranın gazete, dergi okumalarında, video izlemeleri esnasında da keyif verdiğini benden evvel defalarca  söyleyen oldu kuşkusuz.

Ancak benim asıl takıldığım husus şu ki;
Bilmediği sulara yelken açan Apple 5.5" gibi devasa ekranlı bir model çıkartırken sanki hazırlıksız yakalanmış gibi bir görüntü sunuyor. 4.7"lik 6 ile 5.5"lik 6 Plus arasında ekranın dönmesi dışında hiç bir kullanım farkı bulunmuyor. Ben Apple'ın 6 Plus için farklı bir kullanım tarzına uygun uygulamalar, özellikler geliştirmesini beklerdim. Bu haliyle Plus 6'nın sadece daha büyük ekranlısı olarak kalmış ve bana kalırsa da büyük ekranına rağmen gudük kalmış.

Dik ekran kullanımında (özellikle iki elinizi kullanabiliyorsanız) 6 Plus'da yazı yazmak son derece kolay ve zevkli. Ancak kazara ekranı yan çevirdiğinizde ortaya çıkan klavyeyi yüzde yüz eminimki Steve Jobs görseydi baş tasarımcı Sir Jonathon Ive'ın suratına terliğiyle iki tane kaptırırdı. Ben bu kadar ergonomiden uzak, bu kadar kullanışsız bir klavyenin böylesine geniş bir ekranda nasıl olup da kendisine yer bulduğunu çözebilmiş değilim.



Home tuşuna çift tıkladığınızda karşınıza çıkan multitasking ekranında üst tarafa kondurulan son aranan kişilerin gösterildiği bölümün gereksizliğine değinsem mi bilemedim. O özelliği oraya koyarken akıllarından ne geçiyordu bilemiyorum. Ama hala inatla arka planda çalışan uygulamaların tümünü kapamaya yarayan bir buton konulmamasındaki mantığı çözebilmiş de değilim. Bazen oluyor 40-50 uygulamayı bu ekranda tek tek kapamak can sıkıcı olabiliyor zira.


İki haftayı bir, beraber geçirdiğim 6 Plus'a duyduğum sevgi her geçen gün daha da artıyor. Dilim döndüğünce aklım erdiğince izlenimlerini sizlerle paylaşmak istedim. Umarım bir nebze olsun işe yarar bir yazı olur.

Sabırla okuyan herkese selamlarımla...

18 Ekim 2014 Cumartesi

Neden iPhone 6'dan iPhone 6 Plus'a geçtim?

    Teknolojiyi yakından takip eden ve nimetlerinden sonuna kadar faydalanan "ben" gibiler için faydalı olması arzusuyla hazırlanan bu yazı, tamamen kişisel görüşlere dayandırıldığı gibi herhangi bir test verisi de barındırmamaktadır...
    Siz de benim gibi yeni çıkan bir teknoloji ürününü almadan önce test verilerinden ziyade kullanıcı görüşlerine önem veriyorsanız bi göz atın derim yazılanlara..olmadı yarısına gelmeden bırakıp gidersiniz zaten...
     O halde başlayalım ufak ufak..
     Üç yıl süren 4s maceramla birlikte beklediğim geniş ekran iPhone'a ulaşmam için pek bir sorun kalmamıştı ki; Apple iki farklı ekran büyüklüğüne sahip telefon çıkararak benim gibi "kararsız gürüh"u, onlarca inceleme yazısına, video testine boğmuş oldu...Sonuçta yıllar süren büyük ekran beklentisi (ki ben aslında 4.3" veya 4.5" ekranın daha kullanışlı olacağına inanan biriydim) içinde kahrolmuş, kah dörtlerimizi&dört eslerimizi kah da beş&beş eslerimizi bağrımıza bağrımıza basıvermiştik.
     Şimdiyse Apple en küçüğü 4.7" olmak üzere iki farklı telefon çıkarıyor Plus dediğini iPad Mini'nin gıdasız kalmışıymışcasına 5.5" yapıp heybetli ama ince bir kasanın içine yerleştiriyordu
      26 Eylülde şehir dışında olduğum için ne kadar kıvranırsam kıvranayım bulunduğum yerdeki hiç bir operatörde bu iki telefonu bulamadım. Yaşadığım şehir Samsun'a döner dönmez ki 1 Ekim'e denk geliyor olsa gerek, soluğu Pupa Mağazasında aldım. Saldım ruhumu  yeni iPhoneların arasına...
     Pek tabii 4s deneyiminden sonra 4.7"lik iPhone 6 da 6 Plus da bir telefon için bana epeyce büyük geldi. Epeyce evirip çevirip türlü tutuş şekillerinde hangisinin daha iyi bir telefon deneyimi sunacağını anlamaya çalıştım. Açıkçası 4.7" bana daha insanî boyutlarda geldi. Zira 5.5"lik iPhone'da Androidlerden farklı olarak ortadaki tek tuşa bağımlı kalmak ve tek elle ona ulaşmak epeyce zordu (elimin küçük sayılamayacak bir ortalama büyüklüğe sahip olduğunu ifade etmeliyim). Bir de işin tükürdüğünü yalama boyutu var ki onu hiç sormayın. Zira senelerce Androidlerin büyüyen ebatları ile dalga geçmiş, öğrencilerimden bu tarz telefonu olanları eleştirip terlik kadar şeyi nasıl kullandıklarını sorgulamıştım..Gün gelecek teknolojinin sopasını da yiyecektim..ve işte o gün bugündü..
     Pil performansı, Optik Görüntü Sabitleyicisinin varlığı ya da daha geniş ekran deneyimi...O an benim için önemli olan şey cihazın kullanılabilirliği ve taşınabilirliği idi..seçimim pek tabii ki 64gb'lık iPhone 6 oldu..seçenek azlığından beyaz-gri olan modeli aldım. Ancak mümkünse bu rengi tercih etmemenizi öneriyorum. Hele de benim gibi telefon dünyasında Samsung'a hoş duygular beslemiyorsanız yeni aldığınız, yere göğe sığdıramadığınız telefonunuzun milyon tane çeşidi olan sıradan bir Samsung'a benzetilmesi sizin de hiç hoşunuza gitmeyecektir.
     Zaten gelmiş geçmiş en güzel iPhone modeli ve tasarımı olarak gördüğüm 4&4s'den sonra ne 5-5c-5s ne de 6-6Plus o tasarımı geçebilecek bir nitelik sergileyemedi. Bir de beyaz renkle ön plana çıkan benzerlik sıkı bir Apple tutkunu-Samsung düşmanıysanız sizi de hayal kırıklığına uğratabilir...
     iPhone 6, ince yapısının getirdiği naiflik, anodize edilmiş aluminyumun verdiği kalite hissi ile seleflerinden çok da farklı bir his yaşatmıyor insana. Ancak üç yıllık 4s'imin pil performansının üstüne fazla bir şey koymuyor oluşu, zihnimin hala 6 Plus da takılı kalması, bir hafta boyunca kendimi gaza getirircesine deli gibi zilyon tane inceleme videosu, test yazısı vs. okumam-izlemem bir süre sonra 6 Plus'a doğru sürükledi beni...
     Biliyorum ki bir haftalık bile olsa telefon da diğer ticari metalar gibi ikinci ele düştüğünde değerinden çok şey kaybedecek. Ben de üzerine ekleme yapmayı da göze alarak (ki hanım tarafından öğrenildiğinde bu benim bir sonraki gündoğumunu göremem anlamına gelir) Antalyadan bir arkadaştaki iki haftalık 6 Plus ile telefonumu takas ettim.
      Hiç tanımadığım safi telefonla görüştüğüm birine şırrak diye telefonu yollamam benim standartlarım için epeyce çılgınca bir şeydi ama Allahtan hiç bir sorun çıkmadı.
     Kötü hava muhalefetinin doğurduğu elektrik kesintisi nedeniyle Galatasaray-Fenerbahçe derbisini izleyemediğim şu saatlerde elimde 6 Plus ile yazıyorum bu yazıyı.Ve ergenler gibi tatil gününü de fırsat bilerek telefonu elimden hiç bırakmama rağmen şarj hala bitmedi...
     Bitmedi şarjı...
     Yaklaşık 5 gün oldu..Kendisi ile hemen kaynaştık...Evet bir hayli büyük...Hele ki aynı ekran büyüklüğüne sahip LG G3 yanında bu telefon hormonun ayarını kaçıran çiftçinin elinden çıkmış hıyar gibi duruyor..Evet derste telefon çalınca öğrencilerin karşısında bu terlik kadar aleti cebimden çıkarmak zorunda kaldım, tükürdüğümü yaladım...ama ellerimin büyük olmasının da avantajı ile ben bu telefonun kullanımından bir hayli memnun kaldım...Kulağıma götürüp telefon niyetine kullanmadığım zamanlar dışında kullanımı bana oldukça zevkli geliyor..sahip olduğu artı özellikler bu telefonun boyutlarından doğan olumsuzluklarını bence kapatıyor...benim gibi kitap dergi gazete hastaları için, yanında tablet taşımaya üşenenler için hoş bir deneyim sunuyor...Eğer Apple telefonlardan birini 4.5" diğerini de 5" yapsaydı belki daha ses getirebilirdi. Ancak bu haliyle de büyük ekranda IOS deneyimi yaşamak (oysa elinizden öper 6 yaşındaki kızımla ortak kullandığımız iPad Airimiz de var ayıptır söylemesi) cidden çok güzel...
     Bu nedenle parçanın ana fikrini gizlediğim sonuç bölümüne ulaştığım şu satırlarda, 6'dan 6 Plus'a dönen biri olarak kesinlikle pişman olmadığımı söylemeliyim..
     Ama alırsanız muhakkak 64 gb'lıktan aşağı almayın bu bir...
     Mümkün olduğunca beyaz-griden uzak durun bu iki...
     Yazının kıyısından köşesinden iki lokma alanlara teşekkür ediyor, dibine kadar okuyanlara da şükranlarımı sunuyorum :))
Kerem GÜREL
Samsun

19 Temmuz 2014 Cumartesi

İngiliz Otomotiv Sektörü Neden Çöktü?

Her şey Digitürk’le başladı.
Geçtiğimiz yıl Digitürk platformunda yayınlanan Top Gear bölümlerini izledikçe
kimi zaman tarihsel konulara kayan derslerimde pek de hayırla yad etmediğim İngilizlerin otomobillerine karşı gizliden gizliye bir hayranlığım olduğunu fark ettim. Kendimce becerebildiğim düzeyde televizyon karşısı kanepede, çocukluğa inme seanslarım sonucunda çözdüğüm gizem şuydu ki; ben, İngilizlerin Dünya tarihinde silah namlusunu kalem, mazlumun kanını mürekkep yaparak kazıdıkları tüm zulme karşın geleneklerine ve milli değerlerine bağlılıklarını takdirle karşılıyordum.

Bu karmaşıklık içerisinde daldığım tarihsel araştırmada yeni bir soru karşımda 100 Wattlık ampul gibi parlıyordu.. Lisede öğrenilen bilgilerle tekrar edecek olursak “Evet, 1700’lerin sonunda İskoçyalı bir mucit ve mühendis olan James Watt’ın buhar makinesini dokuma tezgahına uygulamasıyla Sanayi İnkılabı başlamış oldu.”. Oldu da zaten filmde ondan sonra koptu. Ki bu sürecin emperyalizmi, sömürgeciliği, I. ve II.Dünya Savaşlarını getirdiğini hepimiz biliyoruz...

Peki ya sonra ne oldu da ilk sanayi şehri Manchester’e ev sahipliği yapan, sanayi inkılabını başlatarak dünya tarihini değiştiren, köyleri boşaltıp insanları çılgınca şehirlere yönelten bir değişimi başlatan İngiltere, daha doğrusu Büyük Britanya, nasıl oldu da sanayileşmenin omurgalarından biri sayılan otomotivde bu denli çabuk siliniverdi..

Özetleyecek olursak “Jaguar E Type gibi Dünya otomobil tarihinde derin iz bırakmış kült bir modeli insanlığa kazandıran, Rolls Royce gibi bir lüks ve prestij deryasını gezegenimize hediye eden İngilizlerin esamesi  bu sektörde neden artık okunmaz oldu?”

Vaktiniz olduğunu düşünerek soruyu yanıtlamak için gerilere, 19.yy’ın sonlarına
doğru uzanıyoruz. Hani şu 63 yıl iktidarda kalarak Birleşik Krallık tarihinde en uzun süre tahtta kalan hükümdar Kraliçe Victoria dönemine.

Victoria iktidarının son dönemine tekabül eden yıllarda ancak İngiltere’de otomobil sanayisi filizlenmeye başlıyordu. Oysa aynı dönemde  dünyanın kısa sürede pek sevdiği bu sanayi kolunda Amerikalılar ve Fransızlar önemli üretici ülkeler arasında görülüyordu.

1920'lerin sonunda iki İngiliz üretici, Morris Motor Company ve Austin Motor Company   %60 payla pazara egemen oluyordu. 1931’de Ford’un da İngiltere’de üretime başlamasıyla iş iyice civcivleniyor ve 1932'de İngiltere Fransa'nın önüne geçerek Avrupa'nın en büyük otomobil üreticisi oluyordu. 1930'ların sonuna gelindiğindeyse Morris, Austin, Ford,  Standard Motor Company, Rootes ve Vauxhall (GM)’den oluşan markalarıyla artık Büyük Britanya otomobil sanayisinin merkezi olmaya başlamıştı. (ha bu arada İngilizlerin sembolü sayılan çift katlı otobüslerde bu dönemde ortaya çıkmıştı.)

İkinci Dünya Savaşının o öğütücülüğü içerisinde hemen tüm otomobil firmaları savaş araç-gereçleri üretimine yoğunlaşmıştı. Savaş sonrası dönemde ise tüm dünyada ciddi üretim artışları görülüyordu. Bu çılgın dönemde dünyada ihraç edilen otomobillerin %52'sini İngiltere karşılıyor ve otomotiv sanayisinin ağa babaları arasında yerini alıyordu.

1953 yılı Morris’in Austin'le birleşerek küçük sedan ve spor otomobiller üretmeye odaklanan BMC'yi (British Motor Corporation) kurduğu ve Birleşik Krallık'ın en büyük otomobil üreticisi olduğu yıldı.

Kekemeliği filmlere konu olan Kral VI. George’un ölümü II.Elizabeth’i bugüne değin sürecek bir iktidara taşıyordu. Ancak bu dönemde Kraliçe için özellikle otomotiv sanayisinde işlerin hiç de iyi gitmediğini görüyoruz. Oyuna hızlı giren Batı Almanlardan sonra İtalyan ve Fransız üreticiler hızla pazar paylarını artırıyorlardı. Ki bu durum ileride daha büyük sıkıntılara gebe İngilizlerdeki yanlış yönetim yüzünden daha da dramatik bir hal alıyordu.

1966’da  BMC iki şirketi daha, Jaguar ve Pressed Steel’i de bünyesine alıyor ve sahneye British Motor Holdings çıkıyordu . İki yıl sonraysa,1968'de, hükümetin zorlamasıyla bu dev şirket Leyland Motor Corporation'la da birleşiyor  böylece Rover Company ve Triumph Motor Company'yi de bünyesine katarak British Leyland Motor Corporation'ı (BLMC) oluşturuyordu. BLMC böylece, Avrupa'nın en büyük dördüncü otomobil üreticisi oldu. Bu birleşme Austin, Morris, Rover, Jaguar, Triumph, MG, Austin-Healey gibi markaları tek çatı altında birleştiriyor, 48 fabrika ve 200 bin çalışanı ile BLMC’yi İngiliz pazarının %40 sahibi yapıyordu.

Ortaya çıkan bu görüntü şüphesiz ki burnu havada, egosu tavan yapmış pek çok İngiliz beyefendisine gurur veriyor olsa da esasında aşırı sayıdaki fabrika, model, çalışan ve  bayiden oluşan koordinasyonu zor ve hantal bir organizasyon ortaya çıkıyordu.

Bu hantallığın içinde daha ciddi sorunlar da BLMC’yi bekliyordu. Tasarım ve üretimde yapılan maliyet hesaplama hataları Mini Morris gibi bir arabada bile araç başına 45 dolar kaybedilmesine neden oluyordu. Bunlardan başka sendikal faaliyetler, hatta sendikaların kendileri otomotiv sanayisini içten içe tüketen habis bir ur gibi yanlış şekilde gelişiyordu. Örneğin Triumph’ta sendika temsilcisi fabrikanın II.Elizabeth’i gibi davranıyor işçileri işe alıyor, işten çıkartıyor ve üretim düzeylerini belirliyordu. Sendikal hakların gölgesinde serinleyen işçiler parça başına çalışmakta ve kotalarını doldurdukları zaman işi bırakıp evlerine veya publarına gitmekteydiler.  Ortaya çıkan durum haliyle yapılan işin kalitesini hızla yozlaştırıyor ve birçok fabrika öğleden sonra 2:00 civarlarında yarı terkedilmiş bir görünüm kazanıyordu. Hatta araba motorlarının fabrika kapısından araba bagajlarına konarak kaçırıldığı bile oluyordu ki bu, sendikanın kabul ettirdiği şartlardan biri olan "arama yasağı" bu süreci kolaylaştıran en büyük faktördü.

1971 yılında BLMC ekibi, yeni firmanın ilk yeni arabası Morris Marina’yı pazara sürdüler. Bu araba Ford’un Cortina modeli ile rekabet etmek için üretilmişti. Fabrikalardaki seri üretime hakim olan koşullar düşünüldüğünde bu arabanın üretim hattından çıkmasına bile mucize gözü ile bakmak gerekiyordu. 1970 yılında Austin-Morris bir endüstriyel eylem yaşamadan sadece iki hafta geçirebilmişti. Sendikaların esas aldığı parça başına üretim sistemi, parçalarda veya üretim hattı tekniğinde en ufak bir değişimin haftalar süren bir toplu sözleşme pazarlığına neden olmasıydı. Sigara yakacağının soldan sağa geçirilmesi bile, sendikaların bütün arabanın montaj hadlerini yeniden pazarlığa sürmesine neden olmaktaydı. Japon rakiplerinin "Yalın Üretim" ve "Tam zamanında Tedarik" tekniklerine geçmelerinden yirmi yıl sonra bile, BLMC yönetimi sürekli grev tehdidi altında yaşamak ve radyatör, egzoz gibi parçalarda bile en az iki tedarikçiden sağlanan stoklarla çalışmak durumunda kalıyorlardı.

Bu dev şirketi yöneten Donald Strokes emekli olma aşamasına geldiğinde  yerini kimin alacağı konusunda bir iktidar kavgası başladı. Strokes’in hemen altında yer alan iki yönetici bu kavganın liderliğini oluşturarak firmanın sorunlarının daha da derinleşmesine neden oldular. Turnbull firmanın üretim hacimlerini optimum belirleyebilme sorununu çözmesi gerektiğine ve bunun mümkün olduğuna inanmaktaydı. Bunun en iyi yöntemi firmayı desantralize etmek ve “otonom” bölümlere yetki devretmek olacaktı. John Barber ise firmanın daha üst pazarlara geçmesi gerektiğine inanıyordu ve bunun yolu da firmanın Ford veya GM modelinde yeniden merkezileşmesi idi.

Kazanan Barber ve merkezciler oldu veya onlar kazandıklarını sandılar. Oysa zaten hantallığı yüzünden idaresi gittikçe zorlaşan bir şirketi daha da merkezileştirme hevesindeki Barber’in direksiyona geçmesi şirket için bir şans değil kabustu. 1973 mayısında Barber, Strokes’in yardımcısı ve görevi devralacak yönetici olarak atandı. Altı ay sonra Turnbull , Austin-Morris’in yönetici müdürlüğünden istifa etti. Turnbull’un istifası, sektörde ileri gelen birçok kişiyi şok etti. Her zaman ideallerinin arkasında durmuştu ve onları terk etmek gibi bir niyeti yoktu. Bu eyleminin etkisini yumuşatacak herhangi bir başka işe de talip olmadı.

Turnbull 1974’te bir ,Güney Kore Chaebol ( Holding) firmasında bir otomobil üretim sistemini geliştirirken aynı dönemde BLMC çeşitli yönetim ve organizasyondaki eksiklikler, Kuzey Denizi petrol gelirlerinin İngiliz Paund’unun diğer para birimleri karşısında değerini yükselterek BLMC arabalarının rekabetçi avantajlarını kaybetmeleri ve sendikal faaliyetlerin yoğunluğu gibi sebeplerle gezegendeki beşinci en büyük araba firması olarak İngiliz hükümetinin sırtında ciddi bir yük oluşturmaya başladı.

Dönemin İngiliz başbakanı Harold Wilson. bu sorunun çözümünü, danışmanı olan Sir Don Ryder'e devretti. Ryder durumu ne kadar berbat edebilecekse elinden geleni ardına koymadı. Arabaların özelliğine, pazar segmentine, rekabetçi üstünlüklerine hiç dikkat edilmeden, bir markayı diğerinde ayırmadan basmakalıp bir yaklaşımla işleri düzeltmeye çalıştı. Kendine özgü gelenekleri ve sorunları olan bir sektöre, işletmecilik kitaplarının en sıradan kuralları ve pazarlamacılığın moda formülleri ile yaklaşılmakta idi. Ryder, BLMC müdürlerine danışma gereği bile duymuyor ancak buna karşılık en militan üyelerinin kontrolünü kaybetmek durumunda kalan sendikaların gönlünü alacak yaklaşımlarda bulunuyordu.

Belki sektörün sorunları kolaylıkla çözülebilir ve nihai sonuç bu denli olumsuz olmayabilirdi ancak sorunlara objektif ve rasyonel yaklaşmak yerine politik önceliklere göre davranmanın kendi içine yönelik çabaları, sektörde sorunların derinleşerek felakete dönüşmesine yol açtı.

İngiliz hükümeti BLMC’yi ayakta tutmak için büyük çabalar harcasa da şirket her geçen gün Ada Halkının sırtında gittikçe artan bir büyük oluşturuyordu. 1979’da iktidara gelen özelleştirme taraftarı Margaret Thatcher’la birlikte BLMC zaman içerisinde parçalanarak özelleştirildi.

Bu sürecin sonunda İngiliz değerlerini yansıttığına inanılan otomobil firmalarının kimi farklı ülkelerin eline geçerken kimi de tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Lüksün ve asaletin simgesi sayılan iki İngiliz otomobil firmasından Bentley bildiğiniz üzere Volkswagen’in çatısı altında yaşıyorken Rolls Royce ise Münihli BMW’nin yönetimi altındadır. 

Şimdi gelelim sonuç bölümüne.
Neden bu kadar vaktinizi aldım. Sanayi devrimini başlatan dünya otomobil tarihine birbirinden değerli modeller kazandıran bir ülkenin sonunda nasıl bu hale geldiğini merak edip elde ettiğim sonuçları bir yazıda birleştirmek istedim. Umarım faydalı oluşmuştur. Yazının uzunluğundan ötürü kusura bakmayın.

Not: Ne yazık ki İngiliz Otomotiv Sanayisi ile ilgili basılı bir kitaba ulaşamadım, bu nedenle tek kaynak başta wikipedia olmak üzere internettir. Ha bir de benim kafamda esip duran fikirler var...