23 Temmuz 2018 Pazartesi

Hakikatin Son Hali: Post-truth


İngiliz oyun ve hikâye yazarı William Somerst Maugham “Birçok insanın kabul etmesi, bir şeyin gerçek olduğuna delil sayılmaz.” derken günümüz dünyasındaki kadar gerçeklerin eğip büküldüğü bir zamanı hayal etmiş miydi bilinmez. Tarih boyunca gerçeklik hiç bugünkü kadar büyük bir saldırıyı maruz kalmamıştır sanırım. Oysa iletişim olanaklarının arttığı, tek tuşla bilgiye ulaşabildiğimiz, uzak coğrafyalarda meydana gelen olayları anlık olarak takip edebildiğimiz bir zamanda gerçeklerin saklanabilmesi pek olası gelmiyor insana.
İşte ilgi çekici olan kısımda burası. Zira gerçeklerle daha fazla karşılaşacağımızı düşündüğümüz teknoloji çağında gerçeğin üstünü örten bir perde nicedir hayatımıza girmiş durumda. Gerçeklerin önemsizleştirilip yerine ikame sahte gerçeklerin ortaya konması.
Hatta bu durumu karşılayacak ve giderek daha fazla telaffuz edilen bir kelime de var:
Post-truth.
İlk kez 1992 yılında kullanılan post-truth yani hakikatin önemsizleşmesi sözcüğü 2016 yılında Oxford sözlükleri tarafından yılın sözcüğü seçildi. Peki bu sözcük ve içerdiği anlamın gündelik yaşamımıza etkisi nedir? Biz bu etkiyi nasıl anlayabiliriz?
Yazar Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti isimli kitabında hakikatin önemsizleşmesi kavramını şu şekilde tanımlıyor: “Kitlelerin kendi ön yargılarına görüşlerine ya da kanaatlerine uyumlu olduğu sürece, yalanların yalan olduğunu bilse dahi, onları hakikatmiş gibi kabul etmesidir. Kitlelerin, yalan olduğunu bildiği söylemler karşısında, sanki bu yalanlar doğruymuşçasına pozisyon alması, onları savunması, onlara sahip çıkmasıdır.” *
En belirgin örneğini 2016 yılı Amerikan Başkanlık seçimlerinde gördüğümüz bu kavramı dikkat çekici kılan baş aktör ABD’nin hali hazırdaki başkanı Donald Trump olarak gösteriliyor. Başkanlık seçimleri esnasında yaptığı konuşmalar tarandığında Trump’ın söylediklerinin veya iddia ettiklerinin %70’nin gerçeği yansıtmadığı görülmüş.**
Örneğin bir önceki başkan Barack Obama’nın doğum belgelerinin sahte olduğunu iddia eden Trump, kısa bir süre sonra kendi yalanını da yalanlayabilmiştir. Bunun dışında rakibi Clinton’ların katil olduğunu da iddia eden Trump esasında Irak’ta nükleer silahlar bulunduğunu iddia eden ve orayı yaşanmaz bir hale getiren Bush’un da zamane sancaktarlığını yapıyor gibi görünüyor.
İngiltere’de geçtiğimiz yıllarda yapılan AB’den ayrılıp ayrılmamaya odaklı Brexit oylamasında ortaya atılan ve yalan olduğu net bir şekilde açığa çıkan iddialar da bu kavramın birer örneği.
Peki neden yalan olduğu bilindiği halde bu yalanlar söyleniyor? Çünkü Sarphan Uzunoğlu’nun ifadesiyle “Bir politikacının yalanı, günün sonunda paydaşlarına yatırım, kredi veya güç olarak dönmesi koşuluyla kabul edilebilir.”***
Başta batı dünyası olmak üzere sosyal medya kullanımının artması insanlar arasında bu tür yalan haberlerin yaygınlaşmasını sağladı. Zira hem Twitter hem de Facebook gibi sosyal medya kanalları kullandıkları farklı algoritmalar ile bizi kısa sürede daha iyi tanımaya, fikirlerimizi, beğenilerimizi ve hatta siyasi düşüncemizi bile yüksek doğrulukla tahmin etmeye başlıyor. Ve kısa sürede bizi bizim gibi düşünen insanlarla aynı ortamlara, aynı gruplara dahil ediyor. Telefon veya bilgisayar ekranında bu tür ağlara bağlandığınızda karşınıza çıkan içerikler, paylaşımlar sizin düşüncenize, ideolojinize uygun hale getiriliyor. Böylece algoritmanın etkisiyle kısa zaman içerisinde sizin gibi düşünen, sizin gibi beğenen, sizin gibi konuşan insanların olduğu ortamlara dahil oluyor, o paylaşımlara maruz kalıyorsunuz.
Sosyal medya ve Google tarafından kullanılan filtre balonları ve eko odaları insanlara sadece görmek istediklerini göstererek farklı fikir ve görüşlere kendilerini kapamalarına haliyle de hayata çok dar bir pencereden, bir at gözlüğünden bakmalarına neden oluyor.
Daima kendi gibi düşünen arkadaşlarıyla vakit geçiren, sosyal medyada kendi ideolojisini anlatan kanallar dışında hiçbir haber kaynağına ilgi duymayan, daima kendi gibi olanı arayan insanlar bir süre sonra daralttıkları yaşam çemberinin içinde sıkışıp kalmaya mahkumdur. Bu durum kendi ihtiyaçlarına, çıkarlarına uyduğu sürece Trump ve Brexit örneğinde olduğu gibi insanların aleni yalanlara dahi inanmalarına ve bunu gerçek olarak algılayıp yaymalarına neden olabilmektedir.
Dünyada giderek yaygınlaşan bu fasit daireye düşmeden, okuyan, araştıran, merak eden ve sorgulayan nesillerimiz olması dileğiyle.
*Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti, 2017
**Nilgün Tutal, Varlık Dergisi, Mayıs 2017
***Sarphan Uzunoğlu, Varlık Dergisi, Mayıs 2017

30 Mart 2018 Cuma

Fahrenheit 451

“Atina uyuşuk bir at ve ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyen Sokrates, “kentin inandığı tanrılara inanmadığı, yeni tanrılar icat ettiği ve gençleri yoldan çıkardığı” iddiasıyla kentin egemenleri tarafından suçlanmış ve M.Ö.339’da ölüme mahkum edilmişti. Sokrates’i suçlayan üç kişi; genç ve silik bir şair olan Meletos, hatipler adına suçlamada bulunduğunu iddia eden Lykon ve tanınmış zengin bir sepici olan Anytos’du. Kamu davası olarak görülen Sokrates Davası büyük filozofun baldıran zehrini yudumlamasıyla son bulmuş, bedenini sonsuzluğa uğurladığını düşünenler ölen bir insandan ölümsüz bir filozof yaratmışlardı.
Annesi ebe olan Sokrates’in kendi konuşma sanatını, ebelerin doğurma sanatına benzettiği söylenir. Zira karşısındakine sorular soran Sokrates, karşısındaki kişinin kendi düşünce biçimindeki zayıflıkları görmesini sağlardı. Pek tabii bu tavır insanlık tarihinde örneklerine bolca rastladığımız gibi cezasız kalmadı.
Goethe’nin dikkat çektiği “Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan, günübirlik yaşayan” insanların iktidarı ele geçirdiği dönemler SokrateslerinBrunolarınHypatiaların ve Lavoisierlerin bağnazlığa, zorbalığa kurban edildiği dönemler olarak dikkat çeker.
Tarih boyunca günübirlik ve sığ yaşayanların,düşünenleri ezme uğraşı hiçbir zaman bitmemiş, kitaplar,bu mücadelede, hayatı sorgulayanların en önemli enstrümanı olmuştur. Özellikle de Kafka’nın dediği gibi İnsanı ısıran ve sokan” kitaplar. Zaten, yine Kafka’dan devamla; “okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?”.
Peki ya insanoğlunun yaşam kılavuzu diyebileceğimiz kitaplar dünyadan silinmek istenseydi? Ve insanoğlu artık kitaba ihtiyacı kalmadığını düşünüp,hiç bir devlet baskısı olmadan kendiliğinden bu zenginliğe yüz çevirseydi?
Bu soruların cevabına Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”inde rastlıyoruz. İlk kez 1951 yılında basılan kitap, Orwell’ın 1984’ü, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve Zamyatin’in Biz’i ile birlikte günümüz dünyasına ışık tutan dört büyük distopyadan biriGeçtiğimiz ekim ayında Super Terrain isimli tasarım grubu Bradbury’nin bu kült eseri için ilginç bir tasarım geliştirdi. Tamamı simsiyah sayfalardan oluşan ve hiçbir yazı görülmeyen kitabı okuyabilmeniz için yakmanız, daha doğrusu sayfaları ateşe maruz bırakmanız gerekiyor. Bu ironik tasarım pek tabii ki eserin içeriğiyle doğrudan ilgili. Zira kitaba adını veren Fahrenheit 451,kağıdın tutuştuğu ısı derecesini ifade ediyor.
Bradbury “düşünen insan” üzerinde oluşturulan baskıyı beş asır sonranın dünyasında kurguluyor ve bu kurgu ülkesinde insanların yaşamlarının odağına haz ve hızı yerleştiriyor. Bireyselleşmenin egoizmi kamçıladığı, egoizmin narsisizmi beslediği günümüzde yazarın satır arasına gizlediği kehanetlerin birer birer gerçekleştiğini görüyoruz. Kitabın yazıldığı yıllarda henüz televizyon yayınının yeni yeni yaygınlaştığını göz önünde bulundurduğumuzda Bradbury’nin aradan geçen zaman içinde özellikle iletişim teknolojilerinde görülen gelişmeler ve insanlar üzerinde yaratacağı tahribat konusunda ne derece sağlam temelli düşüncelere sahip olduğu gözlerden kaçmıyor.  
İtfaiyecilerin sistemin resmi sansürcüleri, yargıçları ve cellatları olduğu bu dünyada insanlar sırf haz ve hıza olan tutkularından düşünme eylemine ve bu eylemi besleyen kitapların varlıklarına kendiliklerinden veda ediyorlar. Bitişik evdeki kitabın dolu bir silah olarak değerlendirildiği, “düşünmeme” eyleminin insanları eşitlediği varsayılan bir dönem bu. İnsanların “niçin, neden, niye” gibi sabıkalı soruları dünyalarından sildiği, oturup fazlaca düşünülmesin  diye evlerin verandalarının dahi yok edildiği bu ülkede insanlar sürekli ve hızlı şekilde seyahat eden birer benzin mültecisiEvde oturanların da düşünmeden eğlenmeleri, sorgulamamaları için tüm odayı dolduran dört duvartelevizörler yaratılmış
Ve ne yazık ki belki de en can alıcı nokta tüm bu düzen tepeden inme bir şekilde değil, teknolojinin, kitle sömürüsünün ve azınlıkların baskısının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış.
Romanın baş kahramanı olan Montag hayatını kitapları yakarak kazanan bir itfaiyeci. Ve Montag’ınyaşamı genç Clarisse’le tanışmasıyla değişiyor. Genç kızla yaptığı sohbetler yaşama dair şüphe nüveleri zihninde beliren Montag’un aydınlanmasının ilk adımları oluyor. Yazar bu kısmı “ Mutluluğunu bir maske gibi takmıştı ve Clarisse maskeyi kapıp çimenlerin üzerinde koşmuştu; gidip kapısını çalarak maskesini geri isteyemezdi” sözleriyle ifade ediyor; ki bu an,izleyenlerin aklına Wachowski kardeşlerin kült filmi Matrix’de Neo’nun kırmızı hapı seçip sanal hayatının bağlarından kurtulmasını ve gerçek yaşama ulaşmasını hatırlatabilir.
Clarisse’le yaptığı sohbetlerin ardından yaşamı üzerine düşünen Montag, nasıl düzmece ve konfora boğulmuş bir yaşam sürdüklerinin ayırdına varıyor. İpler sistemin birer kusursuz modeli olan yan komşu BayanPhelps ve Bayan Bowles’la yapılan bir tartışmada kopuyor. Zira bugün bile rahatlıkla karşılaşabileceğimiz, yaşama dair tüm sorumluluklarından kurtulma, görevlerini makinelere yükleme çabası içinde çırpınan insanların ortak arzusunu altı kez evlenen Bayan Phelpsdile getiriyor:
-“Çocukları on günün dokuzunda bir okula sepetledim. Ayda üç gün eve geldiklerinde onlara katlanıyorum, o kadar da kötü değil. Onları oturma odasına atarsın ve düğmeyi çevirirsin. Tıpkı çamaşır yıkamak gibi.”
Bu ifade, çocuklarının sorumluluğundan kurtulmak -kendi ifadeleriyle “nefes almak”- isteyen ailelerin onların önüne modern zaman emziği tabletleri, telefonları vermesine ne kadar çok benziyor değil mi?
Tek bir sorunun bin cevaptan daha tehlikeli olabileceği bir dünyada en çok korkulan insanlar soru soranlar olmuştur. Düşünme ve sorgulama yetilerini uzun zaman önce rafa kaldıran Montag’ın uyanışı da zorunlu olarak sistemden dışlanmasını ortaya çıkarıyor ve şehirden kaçıp kendisiyle aynı kaderi paylaşanların arasına karışıyor. Burada Montag’la eski bir yazar olaGrange’in sohbetlerinde yazarın vermek istediklerine dair önemli izler görüyoruz. Özellikle Bradbury’nin hayranı olduğu ve kitapta da sık sık değindiği Shakespeare’in “İnsan insan mıdır, yalnızca yiyip içmek ve uyumakla geçiyorsa hayatı?” sözünü anımsatan diyaloglar insanın var olma amacının safi haz olmadığını, çoğunluğa tâbi olmanın her zaman mutlu etmediğini bizlere bir kez daha hatırlatıyor.
Bradbury’nin aradan geçen 66 yıla rağmen güncelliğini hiç yitirmeyen bu ölümsüz eseri küçükten büyüğüne ekrana bağımlı olduğumuz bugünlerin bir fotoğrafı sanki.
Klasiklerin okunmayıp internetten özetlerinin araştırıldığı, evlerin 43,49, 55, 60 inç televizyonlarla donatıldığı, aynı odadaki üç kişinin bile kulaklıkla tablet/telefon kullandığı, sırf reyting uğruna  kişisel acıların ekrana boca edildiği ve insanların mutluluklarını maddiyata dayandırdığı sorgulamasız günümüzü görseydi Bradbury ne derdi acaba?

7 Nisan 2016 Perşembe

iPhone 6 Plus'tan 5s'e Dönüş...Bir Hüsran mı Keyif mi?

Bir buçuk yıla yakın zamandır kullandığım iPhone 6 Plus telefonumu radikal bir kararla 5s’e çevirme kararı aldım ki bu kararın alınmasından maddiyat başta olmak üzere bir kaç farklı neden etkili olmuştu.

iPhone 6 Plus’a ilişkin beğenilerimi burada ve burada bulabilirsiniz. Kendisi ile gayet samimi, içten ve saygıya dayalı bir birlikteliğim olmuştu. 

iPhone kullanmanın kendisi zaten başlı başına keyif veren bir unsur iken (androidçiler burada zıplayabilir) bir de geniş ekranlı iPhone kullanmak, amiyane tabirle geniş ekranın dibine vurmak son derece keyifli sonuçlar ortaya çıkarıyordu.
Ancak Lidyalıların başımıza bela ettiği, Liberalizmin titanı, yer altı dünyasının Kerbedos’u, para denen o illet, yokluğunda daralmalar yaratarak bir takım zevklerinizden taviz vermeniz konusunda sizi zorlayabiliyor.

Ben bu konuda başlıktan da anlaşılacağı üzere iPhone 6 Plus olan telefonumu bir başka iPhone başyapıtı olan 5s ile değiştirdim.



Yaklaşık bir haftalık kullanım süreci sonunda 5,5” ekrandan 4” ekrana alışmış vaziyetteyim. Eh 5,5”lik ekranda sorumsuzca gezinmeye alışan ve belki hassasiyetini yitiren parmaklar 4” ekranın hata kaldırmaz naifliğinde beni zorlamadı değil..Gülücük ifadesi göndermek yerine öpücük ifadesi göndermek bir tenhada dayak yememe bile sebep olabilecek ciddiyette hatalardı ki şükür karşımdaki muhatabımın anlayışı ile dayaktan sıyırdık.

iPhone 5s içinde barındırdığı teknolojik özelliklerle iddia ediyorum bugünün şartlarında gayet yeterli bir telefon. Telefonu yoğun ve maksimum verimle kullanmaya çalışan birisi olarak söyleyebilirim ki gerek kullanımdaki hızı, internet üzerindeki işlemleri, kamera performansı gibi gündelik yaptığımız işler için yeterli performansı sunabiliyor. 

İnsan algısı çok ilginç. Ya da alışkanlıklar mı demeliyim. Adeta bir sıvı gibi konulduğu kabın şeklini alıyor. 5,5” lik bir telefonla iki yıl önce olsa “terlik kadar” der dalga geçerdim. Aldım bir buçuk yıl kullandım, yok canım gayette rahat kullanılıyormuş dedim. Şimdi 4” e dönüş yaptım, eh bu şekilde de kullanım olabiliyormuş demek ki diyorum (yalnız sanırım 4,7” i en sonunda ideal nokta olarak kabulleceğim).


Gündelik kullanım açısından iPhone 5s ile 6 Plus arasında performans farkı pek kendini belli etmezken, pil konusu açıldığında 5s sessiz sedasız sahneden çekiliyor. Şuanki kullanımımda öğleden sonra saat 4-5 civarı şarjım %20’ler seviyesine iniyor ki ben bunun çözümünü powerbank ile buldum. Yaklaşık yarım saatlik bir powerbank takviyesi bana geceyi buldurabiliyor. Ayrıca şunu da unutmamak gerek mutfaktaki buzdolabınız ne kadar büyükse mutfak giderleriniz de o denli artacaktır. Aynı mantıkla gidersek telefonunuzun bataryası ne denli fazlaysa telefonla geçirdiğiniz vakitte o oranda artıyor. Haliyle 5s’in batarya performansındaki selefine göre olan düşüş kim bilir belki benim nefsimi terbiye etmeme de neden olur :)))

Sonuç olarak tek elle kullanımı, özellikle kumaş pantolonun cebinde şuursuzca savrulan ve ağırlık yapan 6 Plus'a göre çok daha minimal boyutları ile 5s'in de kendi açısından artıları var. Ve sanırım bu artılar o kadar çok talep görüyordu ki Apple aynı kasa farklı motorla(!) iPhone SE'yi çıkardı.





Ancak geniş ekran alışan parmaklar küçük ekranda panikleyip odunlaşabiliyor haberiniz olsun. Alışana kadar ki süreçte aman diyim kimseye emojili mesajlar atmayın. Gülücük öpücük olarak gittiğinde işler sizin için iyi gitmeyebilir..

2 Şubat 2016 Salı

Beni öldürdüler!

"Beni öldürdüler."

Saniyeler sonra bedeni terk edecek bir ruhun kanlı canlı son seslenişiydi bu.

"Beni öldürdüler!"

Binlerce kilometre öteden yükselen bir isyanın bir acının sesi.
Bedeni birazdan soğumaya başlayacak, ruhunu sonsuzluğa uğurlayacak bir yaşamın boğuk hırıltısı.

Üzerine atılan iftira nedeniyle iki kardeşin bıçaklı saldırısına uğrayan Santiago Nasar'ın, sonu herkesçe bilinen öyküsünü ustaca anlatmış Gabriel Garcia Marquez.

Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlattığı, uyku mahmuru bir kasabada küçüğünden büyüğüne herkes tarafından biliniyordu bu cinayetin işleneceği. Herkes fısıltılı seslerle, perde gerisinde birbirine aynı şeyleri anlatıyor, ancak kimse bilinen acı sonu önlemek için gereken çabayı göstermiyordu.

Ölü toprağı serpilmişti adeta tüm kasabanın üstüne.

Emekli bir albay olan belediye başkanının da kullağına ulaşmıştı söylentiler. Oysa o, ilgisiz bir babanın, yapmacıklık kokan sahte tavrıyla cinayete niyetli ikizlerin bıçaklarını ellerinden almış, evlerine geri göndermişti. Düşünemediği ayrıntı bir insanın hayatına mal olmuştu.

Nasar'ı öldürmeye niyetli ikizler kasaptı ve ellerinde bu iş için yeterli bir hayli malzeme vardı.

Sadece belediye başkanının değil kasabanın rahibinin vurdumduymazlığıyla da şaşırıp kalıyorsunuz bu gerçek yaşam öyküsünde.
Yıllar sonra yapılan sohbette gecikmiş bir itirafın cılız sesi duyuluyor rahibin dudaklarında.
-"O zaman bu meselenin benden çok sivil yetkilileri ilgilendirdiğini düşünmüştüm."

İlk kez 1981 yılında yayınlanan bu küçük hacimli roman bir yıl sonra Nobel Edebiyat ödülü alarak onlarca farklı dilde milyonlarca yapılan baskısını farklı bir şekilde taçlandırmış oldu.

Lise öğrenciliğimin tutuk ve kaygılı son senesinde Felsefe öğretmenimin tavsiyesi ile okumuştum bende bu kitabı.Yıllar yılı aklımda kalan en canlı detaydı Santiago Nasar'ın son bir çırpınışla evine girmeye çalışırken kapı önünde bıçaklanması ve tüm kasabanın bildiği ancak önlemediği o korkuç sonu insanların yüzüne haykırması.

"Beni öldürdüler!"

Yıllar sonra öğretmen olarak tekrar okuduğumda eğitimci kimliğim elimdeki kitaba bambaşka bir anlam kazandırdı.

Son yıllarda insan ilişkilerinde bir bozulmanın yaşandığı, toplumsal ilişkilerde, ahlaki değerlerde bir yozlaşmanın meydana geldiği herkesçe dillendirilen bir mevzu. Özellikle gençlerin, çocukların geriye kalan yaşamlarında silinmez izler bırakan eğitimsel faaliyetlerin meydana gelen bu değişime karşı gerekli direnci gösteremediği en alttan en üste kadar tüm eğitim kadrolarında bilinen ve tekrarlanan bir gerçek.

Ancak tıpkı öldürüleceği saatler öncesinden bilinen Santiago Nasar'ın insanların umursamazlığı, adamsendeciliği, yetersiz çabalarla görevini yaptığını zannetmenin sahte huzuru ve sorumluluğu başkalarına atmanın yalancı baharı nedeniyle genç yaşta ölüp gitmesi gibi ne yazık ki bizim eğitim sistemimiz de son bir çırpınışla, ciğerlerinde kalan son nefesin hırıltılarıyla bağırıyor;
-"Beni öldürdüler!"

Bir evlada sahip olmak insanoğlunun yaşayabileceği en değerli mucize muhakkak. Büyük Yaratıcı tüm zahmetini, eza ve cefasını dengelemek istercesine insanların yüreğine yerleştiriyor o yüce sevgiyi. Ancak toplumun çok büyük bir kesimi henüz evlat sahibi olmanın ciddiyetine vakıf olmadan ebeveyn kimliği kazanıyor.

Sanayi İnkılâbı ile başlayan süreç mikroçiplerin, bilgisayarların devreye girmesiyle boyut değiştirdi ve bugünün "HIZ"a düşkün toplum yapısını ortaya çıkardı. Bu yapı insanların gündelik koşturmacalar içerisinde herşeyi daha hızlı yaşamaları gerekliliğini ortaya çıkarırken, çocuk yetiştirme, aile ile nitelikli vakit geçirme gibi insan yaşamının temelini oluşturan pek çok temel hususu da erozyona uğrattı.

Ve evet Sanayi İnkılâbının bir sonucu olarak özellikle II.Dünya savaşı sonrasında tüm dünyada refah seviyesinde farklı ölçeklerde de olsa bir refah artışı yaşadık ve bununla birlikte çocuğa verilen değerde de bir yükselme gördük. Ancak ya hayatın koşturmacasına yenik düşmenin yarattığı gamsızlık ya da çocuğu maddiyatla mutlu edeceğini zanneden sakat düşüncenin eseri olarak aile içi eğitimde toplum olarak sınıfta kaldık.
Bugün geldiğimiz noktada dışardaki yaşamın tüm heyulasından kopup eve geldiğinde çocuğuyla ettiği iki cümlelik sohbeti yeterli gören, "Bugün okul nasıldı?" ile ilişkilerini canlı tuttuğunu zanneden babalarla, evde yarattığı hijyenik ortamın tüm ihtiyaçlara cevap verebileceğini zanneden anneler hemen her yerde karşımıza çıkmıyor mu?
Anne-baba örneklerini çoğaltmak, farklı tipte yanlışları örnekledirecek misaller vermek mümkün tabii ki. Çocuğunu maddi nesnelerin, parasal zrnginliklerin içine atıp "Ben yapamadım çocuğum yapsın" diyen anne-babalar da çok örneğin. Veya "Bizim çocuk zeki ama çalışmıyor" diyerek bir anda tüm sorumluluğu çocuğa yükleyen tipler de.

Peki sadece anne babalar mı sorumlu bu gidişattan.

Pek tabii ki hayır.

Arada sırada da olsa rastlayabileceğiniz, ancak rastladığınızda ne yazık ki hayatınızda silinmez çirkin izler bırakan mesleğinin değerlerinden bir haber öğretmenler de var bu işin içinde okuldan kalan bilgilerini bir kez olsun güncellememiş, papağan misali hep aynı bilgileri tekrar edip duran, kendilerini geliştirmeyen öğretmenler de var.

Ya oturduğu koltuğu dolduramayan, gerekli vizyona, ileri görüşlülüğe sahip olamamış asgari liyakate sahip olmayan idareciler, onların hiç mi günahı yok sizce?

Ve tabii en kısa sürede köşe dönmeyi en yüce değer gösteren, nefsi doyurmak için her türlü yolun mübah olduğunu gencecik beyinlere sabah akşam haykıran internet ve televizyonlar yüzünden öldürdük biz eğitimi.

Şuan gördüklerimiz Marquez'in bu ölümsüz eserinin son sayfalarında anlatılan Santiago Nasar gibi, etrafa dağılan bağırsaklarına bulaşan toprağı temizlemeye çalışan bir kaybın son çırpınışları.

Bugün gelinen noktada ne yazık ki herkes kesim kendi günah keçisini yaratma uğraşında. Sorumlulukları yerine getirme çabasından ziyade bir diğerinin açığını yakalama, eksikleri onun bahçesine süpürme uğraşısı sanki bu.

Oysa ki duymak isteyenler için hep aynı ses yankılanıyor kulaklarda;
-"Beni öldürdüler!"

13 Aralık 2015 Pazar

Bir Akıllı Saat Hikayesi: Pebble (Gereklilik mi israf mı?)

Pebble...
Çakıltaşı...

Bir saat firması için hayli ilginç ancak söylenişi bir hayli sevimli bir isim...

Geçmişi asırlarca önce dayanan saatlerin teknolojik gelişmelerden nasibini almaması olmaz bir durumdu.
Apple'ın akıllı saatine dair duyumlar ve beklentiler bir şehir efsanesi kıvamında teknoloji dünyasının sokaklarında esip yerdeki çöpleri uçurduğu esnada en büyük rakibi Samsung 'Gear' modelleriyle sahnedeki yerini çoktan almıştı.
Apple ise bir hayli ses getiren Apple Watch serisini duyurduğunda  pek çok insan 55 bin Türk lirasına kadar ulaşabilen satış fiyatıyla bu saatlerin teknoloji dünyasındaki yerini sorgulamaya başladı...
Onlardan biri de bendim itiraf ediyorum.

Teknolojiye bir hayli gark olmuş yaşamlarınızda akıllı telefonlarımız zaten gün boyu elimizden düşmüyor. Pek çoğumuzun evinde tablet de var. Televizyonlarımız o üzerinde safi beş altı düğme bandıran, sesi açmak, kanal değiştirmek için sürekli ebeveynlerimiz tarafından yattığımız yerden kaldırıldığımız tüplülerden değil artık. Onlar bile bir hayli akıllandı.

Peki bu kadar teknolojiye boğulduğumuz bir dünyada estetik anlayışımızın, yaşam felsefemizin, kişiliğimizin bir yansıması olarak gördüğümüz, bir aksesuardan çok daha derin anlamlara haiz olabilen saatlerimizin akıllanmasını ne kadar istiyoruz.
Benim gibi saat konusunda tek eşli olup seçtiği saatle yaşama bakış açısından tutun da kişiliğine kadar kendiyle ilgili pek çok bilgi verdiğini düşünen eski kafalı biri bile bu işe bulaşabiliyormuş.

Apple ürünlerinin kullanıcısı ve beğenicisi olarak Apple Watch duyurulduğu andan itibaren hiç ilgi alanıma girmedi. Ancak son bir aydır kafamda akıllı saatlerin gerekliliğine dair soru işaretleri de belirmeye başlamıştı. Zira öğretmen olarak her gün sekiz saatlik ders anlatımım esnasında tabir-i caizse eşşek kadar iPhone 6 Plus telefonumu sürekli cebimden çıkarmam, bildirimlere bakmam mümkün olmuyordu. Bazen önemli bildirimleri kaçırmam çeşitli sıkıntılara sebebiyet verebiliyordu. Bunun üzerine bir akıllı saatten ziyade hem saat hem de telefona bir yardımcı gözüyle baktığım Pebble saatlerini araştırmaya başladım..Yerli yabancı inceleme videolarını izledim. Ucuzundan pahallısına tüm modellerini ölçtüm biçtim..En sonunda Pebble'ın piyasaya giriş modeli olan ve en baz model olarak adlandırabileceğimiz Pebble Classic modelinde karar kıldım. Zira bunun üç sebebi vardı.
1. Şuan bütçem buna müsade ediyordu.
2. Classic dışında diğer Pebble saatlerin ikinci eli Türkiye'de neredeyse hiç yok.
3. En ucuzundan başlarsam hiç bilmediğim bu alanda memnuniyetsizlik yaşadığımda ya da akıllı saatlerle anlaşamadığımda kaybım da en az olacaktı.
Bu düşüncelerle sahibinden.com sitesinde ikinci el bir Pebble Classic buldum ve satın aldım. Bir haftadır kullanıyorum. Teknolojik detaylara girmeden izlenimlerini paylaşmak isterim.

- Saat düşündüğüm kadar kaba değil. Zira bileklerim çok kalın olmadığı için kaba bir görünüm vermesinden korkuyordum. Ayrıca jet black olarak isimlendirilen siyah renk cidden hoş bir duruş sergiliyor.
- Ekran e-paper olarak bilinen siyah-beyaz bir ekran. Bu ekran hem düşük güç tüketimi hem de güneş ışığında kolay okunuşu ile ön plana çıkıyor. Bu arada ekran demişken ekran Samsung veya Apple saatlerindeki gibi dokunmatik değil. Herşey telefonun yanlarındaki toplam dört tuşla yapılıyor. Ayrıca ekranın çizilmelere karşı çok dayanıklı olmadığını da ifade etmeliyim.
- Saat arayüzleri yüzlerce hatta belkide binlerce..Zira ben uygulama mağazasında sonunu bulamadım.
Her gün yeni bir tane kullansanız bile bitirmeniz zor gözüküyor.
- Kordon silikon malzemeden üretilmiş ve gayet yeter bir kalitede. Ancak benim gibi cildi yazın terlediğinde pislik yapan, alerji doğuranlardansanız yazın bi kordonun deride tahriş yaratması pek ihtimal dahilinde.
- Saatin kurulumu ve kullanımı çok kolay. Facebook hesabınıza giriş yapabiliyor, maillerinizi açıp okuyabiliyorsanız bu saati de rahatlıkla kurup kullanabilirsiniz.
- Telefonunuza gelen hemen tüm bildirimler (çağrı, mesaj, facebook, twitter, instagram, whatsapp..vb) saate de geliyor bu sayede telefonunuzu sürekli cebinizden çıkarmak zorunda kalmıyorsunuz.
- Telefonda saat arayüzleri de dahil olmak üzere hepi topu sekiz uygulama yükleme hakkınız var. Bu sıkıntılı bir durum. Gelecek güncelleme ile bu engelin kaldırılacağı söylentileri var.
- Suya dayanıklı bir yapısı var. Bu elinizi yıkarken, duş alırken saatinizden ayrılmamanızı sağlayabilir. Hatta banyoda telefonunuzdan müzik açıp saat üzerindeki düğmelerle parçalar arasında ileri-geri yapabilirsiniz.
- Saat hem IOS yani Apple modelleri ile hem de Androidlerle uyumlu. Bu da oldukça büyük bir avantaj.
- Pil bir akıllı saate göre gayet iyi gidiyor. Bir haftada sadece iki kez şarj ettim.

Sonuç olarak "Pebble'ı sevdim mi, uzun zaman kullanır mıyım?" şeklindeki kendi soruma net bir cevap veriyorum.
Evet Pebble Classic modeli bir haftalık kullanımın sonucunda epey işime yaradı. Telefona gelen bildirimleri telefonu cebimden çıkartmadan görmek bir hayli kolaylık. Hele de yazın sıcağında cepte ağırlık yapmaması için telefonu el çantasına taşıdığımda sesini duymamak gibi bir derdim kalmayacak.. Ayrıca hergün ya da gün içinde keyfime göre farklı saat arayüzlerini kullanmak çok keyifli. Pek çok bilgiye saatten erişmek telefonun daha az kullanımını ve pek tabii pil ömrünün uzaması sonucunu doğurdu. Ders anlatırken zil sesi veya bildirim sesi duyulmaması da benim için iyi oldu.
Ancak dediğim gibi saatinize anlam yüklüyor ve onu sıradan bir aksesuar olarak görmüyorsanız henüz bir kişiliğe sahip olmayan teknolojik saatler size pek çekici gelmeyecektir. Ancak tasarımsal anlamda gösterilen gelişme hakikaten takdir-e şayan. Özellikle pek hazzetmediğim bir firma olan Samsung'un yakın zamanda duyurduğu Gear S2 modeli dairesel yapısı ve iki farklı kordon seçim avantajı ile son derece güzel görünüyor.
Akıllı saatler kesinlikle geleceği olan bir teknolojik alet. Becerileri arttıkça, estetik açıdan daha hoş bir yapıya kavuştukça daha kişilik sahibi cihazlar haline geleceklerine ve yeni gönüller feth edeceklerine inanıyorum.
















10 Ekim 2015 Cumartesi

Macbook Air'e Hafıza Desteği

Taşınabilirlik...
Evet pek çok insanı cezbeden bir Macbook Air özelliği. Ve ben de sonunda dayanamayıp 
Mac Air'i üç yıl boyunca kullandığım Macbook Pro'ya tercih etttim.

Geçen zamanla birlikte ne kadar haklı olduğumu görüyorum. Özellikle Sony Vaio ultrabooklar için üretilen zarf tipi kılıf ile Mac Air inceliğinden ve tasarımsal zerafetinden ödün verilmeden rahatlıkla elimin altında taşınabiliyor.


Son derece iyi bir fiyata, son derece temiz ve garantili bir Mac Air almak benim için oldukça büyük bir şanstı. Ancak inceliğine, tasarımsal açıdan kendine hayran bırakan başarısına rağmen Mac Air'in de kendine göre sıkıntıları yok değildi.

128 gb SSD bilgisayarın kullanım hızını artırıyor olsa da kısa süre sonra bilgisayarda yeterli hafıza yokluğunu hissetmeye başlıyordunuz ki, 500gb'lık orjinal harddiskini çıkarıp yerine 128 gb'lık SSd taktığım Macbook Pro'dan bu hususta yeterli deneyime sahiptim. Ancak Macbook Pro gibi üzerinde rahatça donanım değişikliği yapamadığınız  bir bilgisayar karşınızdayken haliyle seçeneğiniz de azalıyor.


Sahip olduğum 1 tb'lık taşınabilir harddiski her yere götürmem pek  olası bir seçenek değildi. 256 gb'lık Mac Air fiyatları ise bütçemi bir hayli aşıyordu. Yaptığım araştırmalar beni farklı bir alternatife yöneltti.

Bu hem benim hafıza yönünden çektiğim sıkıntıyı bir nebze azalatacak, hem ekonomik olup bütçemi zorlamayacak hem de Mac Air'i Mac Air yapan zerafet ve estetikten ödün verdirmeyecekti.

Nifty bu alanda sunduğu destek ile tam da arayışıma çare oldu. Esasında mini sd hafıza kartları için bir adaptör olarak niteleyebileceğimiz bu ürün piyasada çok değişik fiyatlara satılıyor. İnternet üzerinden yaptığım araştırmalarda esasında neredeyse hiçbir donanımsal özelliği olmayan bu ürününün 100 liranın üzerinde fahiş fiyatlarla satıldığına tanık oldum.




Webrazzi Store üzerinden 39 liralık fiyatı görünce diğer mağazaların fiyatlarının yarattığı tedirginlikle hemen sipariş verdim. Ürünün elime ulaşması kargo firmasından dolayı bir gün daha uzasa bile webrazzi çalışanları işlerini hakkıyla yapıp hem kargoyu zamanında hazırladılar hem de paket içeriğine masa takvimi, not defteri, sticker gibi minik jestleri de sıkıştırıvermişler.

Ürün paketlerine önem veren titizlik ve kalite takıntılılar için ürün pketinin yeterli kalitede olduğunu ifade etmeliyim. 

Paket içeriğinde bir adet Nifty mini sd adaptör, bir adet Kingston 4gb mini sd kart (ki paket içeriğinde bunu görmeyi beklemiyordum, arabadaki fm transmitter için ihtiyaç duyduğum mini sd karta da kavuşmuş oldum böylece) ve adaptörü Mac Air'in kart yuvasından çıkartmak için ve hatta iPhone'da sım kartınızı çıkartmak içinde kullanabileceğiniz, kullanmadığınız zamanda cüzdanınızın bir köşesinde saklayabileceğiniz kaliteli şık bir çengel-iğne.



Adaptörün içine yine internet üzerinde araştırıp en iyi fiyatı n11.com sitesinde bularak aldığım Sandisk 64gb mini sd hafıza kartını yerleştirip Mac Air'in kart yuvasına yerleştirdim.

   



Görüntüde hiçbir bozulma olmadan 128 gb'lık hafızaya 64 gb'lık bir ek gelmesi benim için çok iyi oldu. Okuldaki ders kitaplarının pdf kopyalarını, çocuklarımın fotoğraflarını, ders sunularını ve pek çok dökümanı artık taşınabilir diske yükleyip bir de onun yükünü ve bozulma riskini yanımda taşımamış oluyorum.  


Benimle benzer sorunlar yaşayanlara kesinlikle tavsiye ediyorum. İleride ihtiyaç halinde 128'lik bir kart alıp kapasite artırımına gitmek de nispeten daha kolay bir çözüm olacak benim için.

3 Mayıs 2015 Pazar

Akıllı Telefonlara Bu Kadar Para Verilir Mi Kardeşim?

BİR TELEFONA BU KADAR PARA VERİLİR Mİ KARDEŞİM?


Akıllı telefonlarla hayatımıza giren, dost arkadaş sohbetlerinde bizi can evimizden vuran, kimi zaman kem küm ederek, kimi zamanda gözlerimizi kızartacak kadar öfkelenerek cevapladığımız, son dönem akıllı telefon dünyasının en ciğerpare sorusu:
"Bir telefona bu kadar verilir mi kardeşim?"



Asgari ücretin 900 lira olduğu, kişi başı milli gelirin yıllardır 10 bin dolar seviyesine çakılı kaldığı, 2013'de dünyanın 17. büyük ekonomisi iken 2014'de iki sıra gerileyip el ayası kadar Hollandaya geçilip 19. ekonomi haline gelen, dış ticaret açığı 100 milyar dolara dayanmış ülkemizde; şirketlerin karlılığını tavana dayadığı, vergilerin vatandaşı silindir gibi ezdiği, dolar kurunun ekonomiyi tıngırdattığı bir ülkede "Amiral Gemisi" diye sınıflandırılan, fiyatı uçuk şekilde 3 bin lira seviyesine varmış telefonları kullanmak evet itiraf ediyorum hiç de akıl karı değil (pek tabii akıl karı olmayışı alt ve orta sınıf insanlarımız için geçerli bir ifade, yoksa kaymak tabaka dediğimiz insan grubu icabında bi yemekte ateşliyor bu parayı).

Peki tek maaşlı çalışan, ev kredisi ile boğuşan, diğer aya cebinde 50 TL (yazıyla elli Türk lirası) ile girdiğinde kendini zengin addeden iki çocuklu, evli, dertli borçlu bir Türkiye Cumhuriyeti öğretmeni için, ömrünün 24 güzel ayını Vodafone, Turkcell gibi şirketlere ipotekleyen, her ay iki maviliği, toplam 200 Türk lirasını telefon için harcayan biri için bu biraz fazla lüks değil mi?

"Senin etin ne budun ne kardeşim?"
"Sidik mi yarıştırıyorsun hasbam?"
"Ayağını yorganına göre uzatsana!"

Doğru.
Kabul.
Bu sözleri sıkça duydum, sıkça yuttum.

Ama olaya bir de şu şekilde baksak...
Akıllı telefonlar aynı zamanda kişisel birer asistandır. Ve siz ne kadar para bayılırsanız o denli de becerikli bir asistanınız olur.

Bakın neler yapıyorum bu asistanla...
1. Pek tabii "alo" diyorum, sohbet gereksiz yere çok uzadıysa da "hee dayı kapatıyom gontör çok yazdı" diyorum.

2. Derslerim esnasında 2004 yılı ekonomik verilerini sunan 2014 basımı ders kitabına isyan eden öğrencilerime son yılların ekonomik verilerini anında sunabiliyorum.

3. Hastahanede, postahanede, bankada bilimumum sıra beklenen mekanda ister web sörfüyle ister sosyal medya vasıtasıyla hayatımda "sıkılmak" kavramını yok ediyorum.

4. Gelişmeler, olaylar, kişiler, zamanlar...ihtiyacım olan her türlü bilgi ve haberler elimin altında.

5. Zilyon tane e kitap, milyon tane e dergi ile her zaman kütüphanem yanımda.

6. Çoluğumun, çocuğumun ilk agusunu, ikinci adımını, üçüncü dişini hiç kaçırmadan yüksek çözünürlükte fotoğraf ve video ile kişisel arşiv oluşturuyorum, ki bu ancak yıllar sonra değeri anlaşılabilecek bir güzellik.

7. Sözlük, çeviri, video izleme, müzik dinleme, nöbetçi eczaneyi öğrenme, banka işlemleri, fatura ödemeleri, navigasyon, fotoğraf düzenleme, e posta takibi, türlü çeşit oyun, elektronik alışveriş vs. vs...

Yüzbinlerce uygulama telefonunuza getirilen yeni bir özellik demek. Örneğin oğlumun gaz sancılarını telefonuma yüklediğim uygulamadaki süpürge, fön makinesi vb. sesleri sayesinde olabildiğince kolay atlattık. Şimdi de yüklenen TRT Ninniler uygulaması mama seanslarımızın en büyük yardımcısı.

Ha bir de Siri muhabbeti var ki IOS platformun da, ciddi ciddi can sıkıntısını giderebiliyor kimi zaman. Bazen saçmalasa bile eğlenceli kadın şu Siri.

İyi hoş da kardeşim bunları 700-800 liralık bir telefonla yapamaz mıydın?

Pek çoğunu yapabilirdim tabii ki. Ancak üst düzey teknoloji bunları en verimli şekilde kullanmanızı sağlıyor.
Benim gibi takıntılı bir kişiliğiniz var ve satın aldığınız bir üründen beklediğiniz verimi alamıyor ve kaldırıp atasınız geliyorsa "Ucuz mal alacak kadar zengin değilim" atasözünün gölgesinde kendinize savunma taktikleri hazırlarsınız.
Dört yıldır iPhone kullanıyorum. Üç buçuk yılı 4s ile son altı ayı da 6 Plus ile. Bu süre içerisinde akıllı telefon denen meretin çok faydasını gördüm. Ben gibi öğrenme aşığı biri için google, sörfçünün okyanus dalgası gibi.

Ekonomik durumunuz ne kadarına müsade eder, siz ne kadarına müsamaha gösterirsiniz bilmiyorum ama ben hayatımdaki öncelikleri yer değiştirdim, pek çok zevke dayalı masraf kalemini geri çekip teknolojiyi öne aldım. Faydasını da gördüm.

Son olarak..
Düğün dernek gezen bir davulcu olsaydım en iyi davulu almak isterdim, zira ekmeğimi onla kazanıyorum. Ben bir öğretmenim  haliyle benim işim bilgiyle, bilmekle, öğrenmekle ve gündemi takip etmekle..haliyle davulcu için davul neyse benim için de akıllı telefon o oldu.
Baştaki sorunun cevabını kısaca özetliyeyim..
"Evet güzel kardeşim benim gibi dibine kadar kullanacaksan bu telefona bu para verilir."