7 Nisan 2016 Perşembe

iPhone 6 Plus'tan 5s'e Dönüş...Bir Hüsran mı Keyif mi?

Bir buçuk yıla yakın zamandır kullandığım iPhone 6 Plus telefonumu radikal bir kararla 5s’e çevirme kararı aldım ki bu kararın alınmasından maddiyat başta olmak üzere bir kaç farklı neden etkili olmuştu.

iPhone 6 Plus’a ilişkin beğenilerimi burada ve burada bulabilirsiniz. Kendisi ile gayet samimi, içten ve saygıya dayalı bir birlikteliğim olmuştu. 

iPhone kullanmanın kendisi zaten başlı başına keyif veren bir unsur iken (androidçiler burada zıplayabilir) bir de geniş ekranlı iPhone kullanmak, amiyane tabirle geniş ekranın dibine vurmak son derece keyifli sonuçlar ortaya çıkarıyordu.
Ancak Lidyalıların başımıza bela ettiği, Liberalizmin titanı, yer altı dünyasının Kerbedos’u, para denen o illet, yokluğunda daralmalar yaratarak bir takım zevklerinizden taviz vermeniz konusunda sizi zorlayabiliyor.

Ben bu konuda başlıktan da anlaşılacağı üzere iPhone 6 Plus olan telefonumu bir başka iPhone başyapıtı olan 5s ile değiştirdim.



Yaklaşık bir haftalık kullanım süreci sonunda 5,5” ekrandan 4” ekrana alışmış vaziyetteyim. Eh 5,5”lik ekranda sorumsuzca gezinmeye alışan ve belki hassasiyetini yitiren parmaklar 4” ekranın hata kaldırmaz naifliğinde beni zorlamadı değil..Gülücük ifadesi göndermek yerine öpücük ifadesi göndermek bir tenhada dayak yememe bile sebep olabilecek ciddiyette hatalardı ki şükür karşımdaki muhatabımın anlayışı ile dayaktan sıyırdık.

iPhone 5s içinde barındırdığı teknolojik özelliklerle iddia ediyorum bugünün şartlarında gayet yeterli bir telefon. Telefonu yoğun ve maksimum verimle kullanmaya çalışan birisi olarak söyleyebilirim ki gerek kullanımdaki hızı, internet üzerindeki işlemleri, kamera performansı gibi gündelik yaptığımız işler için yeterli performansı sunabiliyor. 

İnsan algısı çok ilginç. Ya da alışkanlıklar mı demeliyim. Adeta bir sıvı gibi konulduğu kabın şeklini alıyor. 5,5” lik bir telefonla iki yıl önce olsa “terlik kadar” der dalga geçerdim. Aldım bir buçuk yıl kullandım, yok canım gayette rahat kullanılıyormuş dedim. Şimdi 4” e dönüş yaptım, eh bu şekilde de kullanım olabiliyormuş demek ki diyorum (yalnız sanırım 4,7” i en sonunda ideal nokta olarak kabulleceğim).


Gündelik kullanım açısından iPhone 5s ile 6 Plus arasında performans farkı pek kendini belli etmezken, pil konusu açıldığında 5s sessiz sedasız sahneden çekiliyor. Şuanki kullanımımda öğleden sonra saat 4-5 civarı şarjım %20’ler seviyesine iniyor ki ben bunun çözümünü powerbank ile buldum. Yaklaşık yarım saatlik bir powerbank takviyesi bana geceyi buldurabiliyor. Ayrıca şunu da unutmamak gerek mutfaktaki buzdolabınız ne kadar büyükse mutfak giderleriniz de o denli artacaktır. Aynı mantıkla gidersek telefonunuzun bataryası ne denli fazlaysa telefonla geçirdiğiniz vakitte o oranda artıyor. Haliyle 5s’in batarya performansındaki selefine göre olan düşüş kim bilir belki benim nefsimi terbiye etmeme de neden olur :)))

Sonuç olarak tek elle kullanımı, özellikle kumaş pantolonun cebinde şuursuzca savrulan ve ağırlık yapan 6 Plus'a göre çok daha minimal boyutları ile 5s'in de kendi açısından artıları var. Ve sanırım bu artılar o kadar çok talep görüyordu ki Apple aynı kasa farklı motorla(!) iPhone SE'yi çıkardı.





Ancak geniş ekran alışan parmaklar küçük ekranda panikleyip odunlaşabiliyor haberiniz olsun. Alışana kadar ki süreçte aman diyim kimseye emojili mesajlar atmayın. Gülücük öpücük olarak gittiğinde işler sizin için iyi gitmeyebilir..

2 Şubat 2016 Salı

Beni öldürdüler!

"Beni öldürdüler."

Saniyeler sonra bedeni terk edecek bir ruhun kanlı canlı son seslenişiydi bu.

"Beni öldürdüler!"

Binlerce kilometre öteden yükselen bir isyanın bir acının sesi.
Bedeni birazdan soğumaya başlayacak, ruhunu sonsuzluğa uğurlayacak bir yaşamın boğuk hırıltısı.

Üzerine atılan iftira nedeniyle iki kardeşin bıçaklı saldırısına uğrayan Santiago Nasar'ın, sonu herkesçe bilinen öyküsünü ustaca anlatmış Gabriel Garcia Marquez.

Güneşin ilk ışıklarıyla aydınlattığı, uyku mahmuru bir kasabada küçüğünden büyüğüne herkes tarafından biliniyordu bu cinayetin işleneceği. Herkes fısıltılı seslerle, perde gerisinde birbirine aynı şeyleri anlatıyor, ancak kimse bilinen acı sonu önlemek için gereken çabayı göstermiyordu.

Ölü toprağı serpilmişti adeta tüm kasabanın üstüne.

Emekli bir albay olan belediye başkanının da kullağına ulaşmıştı söylentiler. Oysa o, ilgisiz bir babanın, yapmacıklık kokan sahte tavrıyla cinayete niyetli ikizlerin bıçaklarını ellerinden almış, evlerine geri göndermişti. Düşünemediği ayrıntı bir insanın hayatına mal olmuştu.

Nasar'ı öldürmeye niyetli ikizler kasaptı ve ellerinde bu iş için yeterli bir hayli malzeme vardı.

Sadece belediye başkanının değil kasabanın rahibinin vurdumduymazlığıyla da şaşırıp kalıyorsunuz bu gerçek yaşam öyküsünde.
Yıllar sonra yapılan sohbette gecikmiş bir itirafın cılız sesi duyuluyor rahibin dudaklarında.
-"O zaman bu meselenin benden çok sivil yetkilileri ilgilendirdiğini düşünmüştüm."

İlk kez 1981 yılında yayınlanan bu küçük hacimli roman bir yıl sonra Nobel Edebiyat ödülü alarak onlarca farklı dilde milyonlarca yapılan baskısını farklı bir şekilde taçlandırmış oldu.

Lise öğrenciliğimin tutuk ve kaygılı son senesinde Felsefe öğretmenimin tavsiyesi ile okumuştum bende bu kitabı.Yıllar yılı aklımda kalan en canlı detaydı Santiago Nasar'ın son bir çırpınışla evine girmeye çalışırken kapı önünde bıçaklanması ve tüm kasabanın bildiği ancak önlemediği o korkuç sonu insanların yüzüne haykırması.

"Beni öldürdüler!"

Yıllar sonra öğretmen olarak tekrar okuduğumda eğitimci kimliğim elimdeki kitaba bambaşka bir anlam kazandırdı.

Son yıllarda insan ilişkilerinde bir bozulmanın yaşandığı, toplumsal ilişkilerde, ahlaki değerlerde bir yozlaşmanın meydana geldiği herkesçe dillendirilen bir mevzu. Özellikle gençlerin, çocukların geriye kalan yaşamlarında silinmez izler bırakan eğitimsel faaliyetlerin meydana gelen bu değişime karşı gerekli direnci gösteremediği en alttan en üste kadar tüm eğitim kadrolarında bilinen ve tekrarlanan bir gerçek.

Ancak tıpkı öldürüleceği saatler öncesinden bilinen Santiago Nasar'ın insanların umursamazlığı, adamsendeciliği, yetersiz çabalarla görevini yaptığını zannetmenin sahte huzuru ve sorumluluğu başkalarına atmanın yalancı baharı nedeniyle genç yaşta ölüp gitmesi gibi ne yazık ki bizim eğitim sistemimiz de son bir çırpınışla, ciğerlerinde kalan son nefesin hırıltılarıyla bağırıyor;
-"Beni öldürdüler!"

Bir evlada sahip olmak insanoğlunun yaşayabileceği en değerli mucize muhakkak. Büyük Yaratıcı tüm zahmetini, eza ve cefasını dengelemek istercesine insanların yüreğine yerleştiriyor o yüce sevgiyi. Ancak toplumun çok büyük bir kesimi henüz evlat sahibi olmanın ciddiyetine vakıf olmadan ebeveyn kimliği kazanıyor.

Sanayi İnkılâbı ile başlayan süreç mikroçiplerin, bilgisayarların devreye girmesiyle boyut değiştirdi ve bugünün "HIZ"a düşkün toplum yapısını ortaya çıkardı. Bu yapı insanların gündelik koşturmacalar içerisinde herşeyi daha hızlı yaşamaları gerekliliğini ortaya çıkarırken, çocuk yetiştirme, aile ile nitelikli vakit geçirme gibi insan yaşamının temelini oluşturan pek çok temel hususu da erozyona uğrattı.

Ve evet Sanayi İnkılâbının bir sonucu olarak özellikle II.Dünya savaşı sonrasında tüm dünyada refah seviyesinde farklı ölçeklerde de olsa bir refah artışı yaşadık ve bununla birlikte çocuğa verilen değerde de bir yükselme gördük. Ancak ya hayatın koşturmacasına yenik düşmenin yarattığı gamsızlık ya da çocuğu maddiyatla mutlu edeceğini zanneden sakat düşüncenin eseri olarak aile içi eğitimde toplum olarak sınıfta kaldık.
Bugün geldiğimiz noktada dışardaki yaşamın tüm heyulasından kopup eve geldiğinde çocuğuyla ettiği iki cümlelik sohbeti yeterli gören, "Bugün okul nasıldı?" ile ilişkilerini canlı tuttuğunu zanneden babalarla, evde yarattığı hijyenik ortamın tüm ihtiyaçlara cevap verebileceğini zanneden anneler hemen her yerde karşımıza çıkmıyor mu?
Anne-baba örneklerini çoğaltmak, farklı tipte yanlışları örnekledirecek misaller vermek mümkün tabii ki. Çocuğunu maddi nesnelerin, parasal zrnginliklerin içine atıp "Ben yapamadım çocuğum yapsın" diyen anne-babalar da çok örneğin. Veya "Bizim çocuk zeki ama çalışmıyor" diyerek bir anda tüm sorumluluğu çocuğa yükleyen tipler de.

Peki sadece anne babalar mı sorumlu bu gidişattan.

Pek tabii ki hayır.

Arada sırada da olsa rastlayabileceğiniz, ancak rastladığınızda ne yazık ki hayatınızda silinmez çirkin izler bırakan mesleğinin değerlerinden bir haber öğretmenler de var bu işin içinde okuldan kalan bilgilerini bir kez olsun güncellememiş, papağan misali hep aynı bilgileri tekrar edip duran, kendilerini geliştirmeyen öğretmenler de var.

Ya oturduğu koltuğu dolduramayan, gerekli vizyona, ileri görüşlülüğe sahip olamamış asgari liyakate sahip olmayan idareciler, onların hiç mi günahı yok sizce?

Ve tabii en kısa sürede köşe dönmeyi en yüce değer gösteren, nefsi doyurmak için her türlü yolun mübah olduğunu gencecik beyinlere sabah akşam haykıran internet ve televizyonlar yüzünden öldürdük biz eğitimi.

Şuan gördüklerimiz Marquez'in bu ölümsüz eserinin son sayfalarında anlatılan Santiago Nasar gibi, etrafa dağılan bağırsaklarına bulaşan toprağı temizlemeye çalışan bir kaybın son çırpınışları.

Bugün gelinen noktada ne yazık ki herkes kesim kendi günah keçisini yaratma uğraşında. Sorumlulukları yerine getirme çabasından ziyade bir diğerinin açığını yakalama, eksikleri onun bahçesine süpürme uğraşısı sanki bu.

Oysa ki duymak isteyenler için hep aynı ses yankılanıyor kulaklarda;
-"Beni öldürdüler!"