16 Ocak 2015 Cuma

Karpuz

Kar gibi beyazdı bulutlar.
Gökyüzü masmavi. 
Mavi gökyüzünde nazenin kızlar gibi süzülüyordu kar gibi beyaz bulutlar...
Yığın yığındılar. 
Uzansam dokunabilecektim sanki.

Parlak ve serin bir kasımdı.
Belki de aralık.

Merdivenin trabzanlarına yaslanmış, bulutların nazlı süzülüşlerini izliyordum, sonsuz mavilikte..
Sekiz ya da dokuz yaşındaydım.
İnsan yaşamının en değerli en doyumsuz yıllarında.

Binlerce benzeri yaşanan sıradan alelade bir kasımda, kim bilir belki de aralıkta yaşadığım o kısa an hiç bir zaman çıkmadı zihnimden.
Latinlerin "carpe diem" dediği olguyu belki ilk kez o gün fark ettim.
Serin sonbahar yeli yanağımdan süzülüp giderken.

Sizin için de benzer anlar vardır eminim. 
Belki nesneler. 
Gördüğünüzde sizi alıp derinlerinize götüren eşyalar, şarkılar, yerler olmalı hayatınızda. 
Sizin için herhangi birinden daha fazla anlamla yüklenmiş şeyler.

Ben mesela, o eski siyah karpuzları çok severim. Manav tezgahlarından kaybolup gittiği yıllar boyunca özlediğim, onca anı, onca anlamla yüklü, siyahi yeşil kabuklu kan kırmızı karpuzları.

Yaz mevsiminin sıcağında, zengin-fakir ayrımı yapmadan pek çok ailenin sofrasını süsleyen o meyve, çocukluğumun en doyumsuz zamanlarına taşır beni.
Benim zaman makinemdir o.

Ona bakınca, ablamla akşam altı olmadan yolun kenarına çıkıp işten dönem babamı beklediğimiz anları anımsarım. 
Annem, babam, ablam ve beni görürüm. Yer sofrasında yenen yemeğin ardından kan kırmızı dilimler gelir gözümün önüne ve "Ekmekle yiyin, karnınız daha iyi doysun" diyen babamın sesi yankılanır kulaklarımda.

Ona bakınca anımsarım pazardan alınan naylon terlikleri. Yeni aldığımda içime çektiğim plastik kokusunu anımsarım. Şimdi asla terlik giymeyen bir yetişkin olarak.

Almancı komşularda toplanıp videoyoda izlediğimiz Küçük Emrah filmlerine döktüğümüz göz yaşlarını anımsatır bana. Emrah ve çileli, gariban anasının başına gelenler..

Çizgi film izleme aşkıyla erkenden kalktığım cumartesi sabahlarını, havuzbaşında yapılan "Tontonlar-Ponponlar" yarışmalarını anımsarım o siyah karpuza baktığımda.

Ailece yapılan, diğerlerinden daha uzun süren pazar kahvaltılarını, o kahvaltılardan önce gidilen bakkal dükkanını anımsarım mesela. 
Kalın camlı gözlükleriyle hafızamda canlanır bakkaldaki yaşlı amca. 
Yavaş, sükunetli hareketlerle peyniri tenekeden çıkarıp tezgahın üzerinde kesişi, pazarcı terazisinde önce naylona sonra kağıda sarıp paket lastiğiyle sarmalaması. Ve koltuğum altına sıkıştırdığım gazeteye sarılı o çıtır, sıcak ekmekler.

Kan ter içinde kaldığım sokak oyunlarını anımsatır bana o siyah karpuz. 
Ve annemin terli sırtıma sokuşturduğu havluyu.

"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” der ya Özdemir Asaf.
İşte insanın da yaşamı büyüdükçe kirleniyordu. Saflığını yitiriyor, uzaklaştıkça daha bir özleniyordu.
Ve ilk özlenen, ilk kirlenen de çocukluk yıllarımız oluyor.
Nesnelere, olaylara, yerlere sığdırdığımız anıları yitirmemek için direniyoruz dünyanın kaoslu heyulasında.
Kimisi bir şarkıya sığınır, bir yere, bir eşyaya.
Kimisi de benim gibi sulu, leziz bir karpuza.