23 Temmuz 2018 Pazartesi

Hakikatin Son Hali: Post-truth


İngiliz oyun ve hikâye yazarı William Somerst Maugham “Birçok insanın kabul etmesi, bir şeyin gerçek olduğuna delil sayılmaz.” derken günümüz dünyasındaki kadar gerçeklerin eğip büküldüğü bir zamanı hayal etmiş miydi bilinmez. Tarih boyunca gerçeklik hiç bugünkü kadar büyük bir saldırıyı maruz kalmamıştır sanırım. Oysa iletişim olanaklarının arttığı, tek tuşla bilgiye ulaşabildiğimiz, uzak coğrafyalarda meydana gelen olayları anlık olarak takip edebildiğimiz bir zamanda gerçeklerin saklanabilmesi pek olası gelmiyor insana.
İşte ilgi çekici olan kısımda burası. Zira gerçeklerle daha fazla karşılaşacağımızı düşündüğümüz teknoloji çağında gerçeğin üstünü örten bir perde nicedir hayatımıza girmiş durumda. Gerçeklerin önemsizleştirilip yerine ikame sahte gerçeklerin ortaya konması.
Hatta bu durumu karşılayacak ve giderek daha fazla telaffuz edilen bir kelime de var:
Post-truth.
İlk kez 1992 yılında kullanılan post-truth yani hakikatin önemsizleşmesi sözcüğü 2016 yılında Oxford sözlükleri tarafından yılın sözcüğü seçildi. Peki bu sözcük ve içerdiği anlamın gündelik yaşamımıza etkisi nedir? Biz bu etkiyi nasıl anlayabiliriz?
Yazar Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti isimli kitabında hakikatin önemsizleşmesi kavramını şu şekilde tanımlıyor: “Kitlelerin kendi ön yargılarına görüşlerine ya da kanaatlerine uyumlu olduğu sürece, yalanların yalan olduğunu bilse dahi, onları hakikatmiş gibi kabul etmesidir. Kitlelerin, yalan olduğunu bildiği söylemler karşısında, sanki bu yalanlar doğruymuşçasına pozisyon alması, onları savunması, onlara sahip çıkmasıdır.” *
En belirgin örneğini 2016 yılı Amerikan Başkanlık seçimlerinde gördüğümüz bu kavramı dikkat çekici kılan baş aktör ABD’nin hali hazırdaki başkanı Donald Trump olarak gösteriliyor. Başkanlık seçimleri esnasında yaptığı konuşmalar tarandığında Trump’ın söylediklerinin veya iddia ettiklerinin %70’nin gerçeği yansıtmadığı görülmüş.**
Örneğin bir önceki başkan Barack Obama’nın doğum belgelerinin sahte olduğunu iddia eden Trump, kısa bir süre sonra kendi yalanını da yalanlayabilmiştir. Bunun dışında rakibi Clinton’ların katil olduğunu da iddia eden Trump esasında Irak’ta nükleer silahlar bulunduğunu iddia eden ve orayı yaşanmaz bir hale getiren Bush’un da zamane sancaktarlığını yapıyor gibi görünüyor.
İngiltere’de geçtiğimiz yıllarda yapılan AB’den ayrılıp ayrılmamaya odaklı Brexit oylamasında ortaya atılan ve yalan olduğu net bir şekilde açığa çıkan iddialar da bu kavramın birer örneği.
Peki neden yalan olduğu bilindiği halde bu yalanlar söyleniyor? Çünkü Sarphan Uzunoğlu’nun ifadesiyle “Bir politikacının yalanı, günün sonunda paydaşlarına yatırım, kredi veya güç olarak dönmesi koşuluyla kabul edilebilir.”***
Başta batı dünyası olmak üzere sosyal medya kullanımının artması insanlar arasında bu tür yalan haberlerin yaygınlaşmasını sağladı. Zira hem Twitter hem de Facebook gibi sosyal medya kanalları kullandıkları farklı algoritmalar ile bizi kısa sürede daha iyi tanımaya, fikirlerimizi, beğenilerimizi ve hatta siyasi düşüncemizi bile yüksek doğrulukla tahmin etmeye başlıyor. Ve kısa sürede bizi bizim gibi düşünen insanlarla aynı ortamlara, aynı gruplara dahil ediyor. Telefon veya bilgisayar ekranında bu tür ağlara bağlandığınızda karşınıza çıkan içerikler, paylaşımlar sizin düşüncenize, ideolojinize uygun hale getiriliyor. Böylece algoritmanın etkisiyle kısa zaman içerisinde sizin gibi düşünen, sizin gibi beğenen, sizin gibi konuşan insanların olduğu ortamlara dahil oluyor, o paylaşımlara maruz kalıyorsunuz.
Sosyal medya ve Google tarafından kullanılan filtre balonları ve eko odaları insanlara sadece görmek istediklerini göstererek farklı fikir ve görüşlere kendilerini kapamalarına haliyle de hayata çok dar bir pencereden, bir at gözlüğünden bakmalarına neden oluyor.
Daima kendi gibi düşünen arkadaşlarıyla vakit geçiren, sosyal medyada kendi ideolojisini anlatan kanallar dışında hiçbir haber kaynağına ilgi duymayan, daima kendi gibi olanı arayan insanlar bir süre sonra daralttıkları yaşam çemberinin içinde sıkışıp kalmaya mahkumdur. Bu durum kendi ihtiyaçlarına, çıkarlarına uyduğu sürece Trump ve Brexit örneğinde olduğu gibi insanların aleni yalanlara dahi inanmalarına ve bunu gerçek olarak algılayıp yaymalarına neden olabilmektedir.
Dünyada giderek yaygınlaşan bu fasit daireye düşmeden, okuyan, araştıran, merak eden ve sorgulayan nesillerimiz olması dileğiyle.
*Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti, 2017
**Nilgün Tutal, Varlık Dergisi, Mayıs 2017
***Sarphan Uzunoğlu, Varlık Dergisi, Mayıs 2017

30 Mart 2018 Cuma

Fahrenheit 451

“Atina uyuşuk bir at ve ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyen Sokrates, “kentin inandığı tanrılara inanmadığı, yeni tanrılar icat ettiği ve gençleri yoldan çıkardığı” iddiasıyla kentin egemenleri tarafından suçlanmış ve M.Ö.339’da ölüme mahkum edilmişti. Sokrates’i suçlayan üç kişi; genç ve silik bir şair olan Meletos, hatipler adına suçlamada bulunduğunu iddia eden Lykon ve tanınmış zengin bir sepici olan Anytos’du. Kamu davası olarak görülen Sokrates Davası büyük filozofun baldıran zehrini yudumlamasıyla son bulmuş, bedenini sonsuzluğa uğurladığını düşünenler ölen bir insandan ölümsüz bir filozof yaratmışlardı.
Annesi ebe olan Sokrates’in kendi konuşma sanatını, ebelerin doğurma sanatına benzettiği söylenir. Zira karşısındakine sorular soran Sokrates, karşısındaki kişinin kendi düşünce biçimindeki zayıflıkları görmesini sağlardı. Pek tabii bu tavır insanlık tarihinde örneklerine bolca rastladığımız gibi cezasız kalmadı.
Goethe’nin dikkat çektiği “Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan, günübirlik yaşayan” insanların iktidarı ele geçirdiği dönemler SokrateslerinBrunolarınHypatiaların ve Lavoisierlerin bağnazlığa, zorbalığa kurban edildiği dönemler olarak dikkat çeker.
Tarih boyunca günübirlik ve sığ yaşayanların,düşünenleri ezme uğraşı hiçbir zaman bitmemiş, kitaplar,bu mücadelede, hayatı sorgulayanların en önemli enstrümanı olmuştur. Özellikle de Kafka’nın dediği gibi İnsanı ısıran ve sokan” kitaplar. Zaten, yine Kafka’dan devamla; “okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?”.
Peki ya insanoğlunun yaşam kılavuzu diyebileceğimiz kitaplar dünyadan silinmek istenseydi? Ve insanoğlu artık kitaba ihtiyacı kalmadığını düşünüp,hiç bir devlet baskısı olmadan kendiliğinden bu zenginliğe yüz çevirseydi?
Bu soruların cevabına Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”inde rastlıyoruz. İlk kez 1951 yılında basılan kitap, Orwell’ın 1984’ü, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve Zamyatin’in Biz’i ile birlikte günümüz dünyasına ışık tutan dört büyük distopyadan biriGeçtiğimiz ekim ayında Super Terrain isimli tasarım grubu Bradbury’nin bu kült eseri için ilginç bir tasarım geliştirdi. Tamamı simsiyah sayfalardan oluşan ve hiçbir yazı görülmeyen kitabı okuyabilmeniz için yakmanız, daha doğrusu sayfaları ateşe maruz bırakmanız gerekiyor. Bu ironik tasarım pek tabii ki eserin içeriğiyle doğrudan ilgili. Zira kitaba adını veren Fahrenheit 451,kağıdın tutuştuğu ısı derecesini ifade ediyor.
Bradbury “düşünen insan” üzerinde oluşturulan baskıyı beş asır sonranın dünyasında kurguluyor ve bu kurgu ülkesinde insanların yaşamlarının odağına haz ve hızı yerleştiriyor. Bireyselleşmenin egoizmi kamçıladığı, egoizmin narsisizmi beslediği günümüzde yazarın satır arasına gizlediği kehanetlerin birer birer gerçekleştiğini görüyoruz. Kitabın yazıldığı yıllarda henüz televizyon yayınının yeni yeni yaygınlaştığını göz önünde bulundurduğumuzda Bradbury’nin aradan geçen zaman içinde özellikle iletişim teknolojilerinde görülen gelişmeler ve insanlar üzerinde yaratacağı tahribat konusunda ne derece sağlam temelli düşüncelere sahip olduğu gözlerden kaçmıyor.  
İtfaiyecilerin sistemin resmi sansürcüleri, yargıçları ve cellatları olduğu bu dünyada insanlar sırf haz ve hıza olan tutkularından düşünme eylemine ve bu eylemi besleyen kitapların varlıklarına kendiliklerinden veda ediyorlar. Bitişik evdeki kitabın dolu bir silah olarak değerlendirildiği, “düşünmeme” eyleminin insanları eşitlediği varsayılan bir dönem bu. İnsanların “niçin, neden, niye” gibi sabıkalı soruları dünyalarından sildiği, oturup fazlaca düşünülmesin  diye evlerin verandalarının dahi yok edildiği bu ülkede insanlar sürekli ve hızlı şekilde seyahat eden birer benzin mültecisiEvde oturanların da düşünmeden eğlenmeleri, sorgulamamaları için tüm odayı dolduran dört duvartelevizörler yaratılmış
Ve ne yazık ki belki de en can alıcı nokta tüm bu düzen tepeden inme bir şekilde değil, teknolojinin, kitle sömürüsünün ve azınlıkların baskısının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış.
Romanın baş kahramanı olan Montag hayatını kitapları yakarak kazanan bir itfaiyeci. Ve Montag’ınyaşamı genç Clarisse’le tanışmasıyla değişiyor. Genç kızla yaptığı sohbetler yaşama dair şüphe nüveleri zihninde beliren Montag’un aydınlanmasının ilk adımları oluyor. Yazar bu kısmı “ Mutluluğunu bir maske gibi takmıştı ve Clarisse maskeyi kapıp çimenlerin üzerinde koşmuştu; gidip kapısını çalarak maskesini geri isteyemezdi” sözleriyle ifade ediyor; ki bu an,izleyenlerin aklına Wachowski kardeşlerin kült filmi Matrix’de Neo’nun kırmızı hapı seçip sanal hayatının bağlarından kurtulmasını ve gerçek yaşama ulaşmasını hatırlatabilir.
Clarisse’le yaptığı sohbetlerin ardından yaşamı üzerine düşünen Montag, nasıl düzmece ve konfora boğulmuş bir yaşam sürdüklerinin ayırdına varıyor. İpler sistemin birer kusursuz modeli olan yan komşu BayanPhelps ve Bayan Bowles’la yapılan bir tartışmada kopuyor. Zira bugün bile rahatlıkla karşılaşabileceğimiz, yaşama dair tüm sorumluluklarından kurtulma, görevlerini makinelere yükleme çabası içinde çırpınan insanların ortak arzusunu altı kez evlenen Bayan Phelpsdile getiriyor:
-“Çocukları on günün dokuzunda bir okula sepetledim. Ayda üç gün eve geldiklerinde onlara katlanıyorum, o kadar da kötü değil. Onları oturma odasına atarsın ve düğmeyi çevirirsin. Tıpkı çamaşır yıkamak gibi.”
Bu ifade, çocuklarının sorumluluğundan kurtulmak -kendi ifadeleriyle “nefes almak”- isteyen ailelerin onların önüne modern zaman emziği tabletleri, telefonları vermesine ne kadar çok benziyor değil mi?
Tek bir sorunun bin cevaptan daha tehlikeli olabileceği bir dünyada en çok korkulan insanlar soru soranlar olmuştur. Düşünme ve sorgulama yetilerini uzun zaman önce rafa kaldıran Montag’ın uyanışı da zorunlu olarak sistemden dışlanmasını ortaya çıkarıyor ve şehirden kaçıp kendisiyle aynı kaderi paylaşanların arasına karışıyor. Burada Montag’la eski bir yazar olaGrange’in sohbetlerinde yazarın vermek istediklerine dair önemli izler görüyoruz. Özellikle Bradbury’nin hayranı olduğu ve kitapta da sık sık değindiği Shakespeare’in “İnsan insan mıdır, yalnızca yiyip içmek ve uyumakla geçiyorsa hayatı?” sözünü anımsatan diyaloglar insanın var olma amacının safi haz olmadığını, çoğunluğa tâbi olmanın her zaman mutlu etmediğini bizlere bir kez daha hatırlatıyor.
Bradbury’nin aradan geçen 66 yıla rağmen güncelliğini hiç yitirmeyen bu ölümsüz eseri küçükten büyüğüne ekrana bağımlı olduğumuz bugünlerin bir fotoğrafı sanki.
Klasiklerin okunmayıp internetten özetlerinin araştırıldığı, evlerin 43,49, 55, 60 inç televizyonlarla donatıldığı, aynı odadaki üç kişinin bile kulaklıkla tablet/telefon kullandığı, sırf reyting uğruna  kişisel acıların ekrana boca edildiği ve insanların mutluluklarını maddiyata dayandırdığı sorgulamasız günümüzü görseydi Bradbury ne derdi acaba?