31 Ekim 2014 Cuma

iPhone 6 Plus ile İki Hafta

Üç yıllık bir bekleyişten sonra geniş ekran iPhone beklentimin sonucunu ve 4.7” ekranı yetersiz bulup neden ve nasıl 6 Plus’a geçtiğimi burada izah etmeye çalışmış idim…

Şimdiyse yine teknik detaylara, Geekbench, Benchmark vb. test verilerine dalmadan sabah 7.00’dan gece 23.00’a kadar telefonunu pek elinden düşürmeyen son kullanıcı olarak edindiğim izlenimleri, İOS-Android, Apple-Samsung yada 6-6 Plus ikilemini yaşayanlar için paylaşayım arzusundayım.


BOYUTLAR
Öncelikle daha öncede üzerinde tartışıldığı üzere evvela ilk bölümde telefonun büyüklüğünden bahsetmek istiyorum;
3.7, 4 veya 4.2” gibi ekranlara alışanlar için (ki bahsolduğu üzere bendeniz üç yıl 4s kullandım) 5.5” gibi bir telefonu kullanmak pek tabii ki alışma süreci gerektiriyor. Zira iPhone çizgisini koruma adına daraltılmayan çerçeveler telefonu olması gerektiğinden ben diyeyim iri yarı siz diyin çam yarması gibi bir hale getiriyor. Ancak telefonun inceltilmesi ve kenarlara verilen kavis elde tutuş konusunda imdadınıza yetişiyor. 
Zaman içerisinde o ilk elinize aldığınızda dudaklarınızdan kimilerinde usulca, kimilerinde gürleyerek çıkan “ooo haaa” sözcüğü tekrarlanmaz oluyor. Çünkü alışıyorsunuz.
Evet alışıyorsunuz.
Bakın Türk Dil Kurumu “alışmak” sözcüğünü nasıl tanımlıyor;
  “Yadırgamaz duruma gelmek"
Yani elinizde tuttuğunuz son teknolojinin ebatlarını artık yadırgamıyorsunuz.

Bu kadar geyiğe ne gerek var dediğinizi duyar gibiyim. Anlatmak istediğim şu, hassas dengeler üzerine kurulu psikolojinizin yada isterseniz beyniniz olsun, algılarınız üzerinde etkisini gösteriyor ve ilk başlarda gözünüze devasa görünen cihaz zaman içerisinde normal boyutlarda bir telefon gibi algılamanıza neden oluyor. Hatta bir zamanlar gözde telefonlarınızdan saydığınız, “evet abi yaa, telefon dediğin bu boyutta olur” dediğiniz iPhone 5’in ne kadar küçük olduğu izlenimine kapılıyorsunuz. 
Özellikle iki elinizi kullanabildiğiniz durumlarda 6 Plus müthiş keyifli bir telefon. Ama ola ki bir elinizde pazar çantası, BİM poşeti veya köpeğinizin tasması varsa 6 Plus’ı cebinizden çıkarıp görüşme yapmanız, internette gezinmeniz, mesaj yazmanız bir eziyete dönüşecektir. O “Home” tuşuna iki defa tıklayıp ekranı yarıya indirme espirisi var ya, hani tanıtımda öve öve bitiremediydiler. İşte o özellik de hiç bir halta yaramayacaktır, benden söylemesi. Zira iPhone klasiği olan fiziksel home tuşunun alt ortada bulunan yerine parmağınızla ulaşmanız zahmetli olacaktır. O tuşa ulaşmak için avuç içinde tuttuğunuz cihazı avuç içinizden kaydırıp serçe parmağınızın üstüne yüklemeniz gerekecek ki bu durumda telefonu hiç de sağlam şekilde tutmuyor olacaksınız. 2649 ile 3249 lira arasında değere sahip bir telefonu kimsenin bir kerecik bile olsa yere düşürmek isteyeceğini zannetmem.  


Yeri gelmişken bahsetmek istediğim bir hususta tuş kilidinin konumuyla ilgili.. Telefonu nasıl tutarsanız tutun sonuçta tuş kilidinin şu anki konumuna erişebildiğiniz rahatlıkla, eskiden var olduğu yere de ulaşabiliyorsunuz. Bu değişiklik gerekli miydi diye düşünmüyor değilim hani.


TASARIM
Telefonun tasarımı konusunda tek söyleyebileceğim Apple hala iPhone 4/4s çizgisini tutturamadı. Evet 4/4s’in aşırı köşeli tasarımı önceki modellere göre elde tutmayı zorlaştırıyordu ama gayet güzel oranlara sahip bu telefon cam ve çeliğin mükemmel uyumunu sergiliyordu. 

Bu telefonda gösterilen yuvarlatılmış hatlar yerine yine aynı çizgide devam edilmesi gerektiği inancındayım. Ya da en azından aşağıdaki konsept fotoğraflarındaki gibi bir tasarım dili hem eskisine oranla farklılığı temsil edecekti hem de arkadaki farklı renk bantlar 5/5s'in albenili görüntüsünü devam ettirecekti. Belki böylece farklılığı ile size zevk veren telefonunuz HTC One serisine benzemeyecekti.





PİL 
Samsung'un saçma sapan reklamlarıyla aklınca alaya almaya çalıştığı iPhoneların pil ömrü, büyüyen ekranla birlikte insanlarda daha fazla beklenti yaratılmasına neden oldu. iPhone 6 ne yazıkki pil konusunda beklenen performansı sunamazken yukarıda da bahsettiğim üzere sabah 6'dan gece 11-12'ye kadar telefonu elinden düşürmeyen biri için bile 6 Plus son derece yeterli bir performans sunuyor. Aşağıda şuan itibariyle pilin durumu gösterilmiştir.


1 saat 13 dakikalık artı bekleme ve 1 saatlik ek kullanımdan sonra pil yüzde 8 azalmış gözüküyor.


PERFORMANS
Apple'ın yazılımla donanımı nasıl birbiriyle uyumlu çalıştırmayı başardığını bu nedenle de çok yüksek donanım özelliklerine, bilmem kaç cigabayt reme, kaç cigaherz işlemciye ihtiyaç duymadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Evet ama artık Apple'ın klasikleşen 1 gb RAM'i bu cihazda yeterli olmuyor. Kuvvetle muhtemel ki 6s diyeceği bir sonraki Plus serisinde Apple pislik yapacak ve yeni cihaza 2 gb RAM koyacaktır. He 1 gb RAM bu cihaza yetmiyor mu, yetiyor tabii ki, ancak bu tarz bir cihazın sikleti 1gb olmamalıydı.İnternette Safariyle dolaşırken, Facebook'a kısa süreli arayla giriş yaptığınızda sayfaların her seferinde yeniden yüklenmeye çalışması bir süre sonra can sıkıcı oluyor. Bir de bu telefonda da dikkatimi çeken bir sorun var ki beni inatla gıcık etmeye devam ediyor. 
Kilit ekranda cevapsız arama görüp yine kilit ekran üzerinden arama yapmaya çalıştığımda bazen cihazın beyni bulanabikiyor ki 4s'de de, kısa süreli de olsa kullandığım 5-5c modellerinde de buna rastlamıştım. Hala devam ediyor olması ilginç.


KULLANIM
Evinde iPad, iPhone ve Macbook olan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki 6 Plus elinize geçtiği andan itibaren tabletinizi daha seyrek elinize alacak, bilgisayarınızı ise sadece gerekli zamanlarda kullanmaya başlayacaksınız. Zira ne tablet ne PC hiç bir zaman telefonun yerini alamayacak, çünkü hiç biri telefon kadar sizinle içli dışlı olamayacaktır. Akıllı telefonunuz her daim sizinledir. Bankacılık işlemlerinden, doktorda muayene sırasını beklerken yaptığınız safari gezinmelerine, haber takibinden elektrik kesintilerinde el feneri desteğine kadar hiç bir cihaz, telefon kadar komplike bir yapıya sahip olamayacaktır. İşte bu nedenle 6 Plus'ın her daim yanımda olması benim için bir güven unsuru. O varsa, telefon şebekesinin çektiği, internetin bulunduğu her yerde işlerimi en rahat en verimli şekilde halledebileceğime eminim. 

Handoff özelliğinin de gelişiyle beraber bu yazıda da kullandığım haliyle 6 Plus'un geniş ekranında yazmaya başladığım yazıları (ki bu konuda geniş ekran çok büyük bir rahatlık) tabletten veya bilgisayardan devam ettirebiliyorum. Aynı geniş ekranın gazete, dergi okumalarında, video izlemeleri esnasında da keyif verdiğini benden evvel defalarca  söyleyen oldu kuşkusuz.

Ancak benim asıl takıldığım husus şu ki;
Bilmediği sulara yelken açan Apple 5.5" gibi devasa ekranlı bir model çıkartırken sanki hazırlıksız yakalanmış gibi bir görüntü sunuyor. 4.7"lik 6 ile 5.5"lik 6 Plus arasında ekranın dönmesi dışında hiç bir kullanım farkı bulunmuyor. Ben Apple'ın 6 Plus için farklı bir kullanım tarzına uygun uygulamalar, özellikler geliştirmesini beklerdim. Bu haliyle Plus 6'nın sadece daha büyük ekranlısı olarak kalmış ve bana kalırsa da büyük ekranına rağmen gudük kalmış.

Dik ekran kullanımında (özellikle iki elinizi kullanabiliyorsanız) 6 Plus'da yazı yazmak son derece kolay ve zevkli. Ancak kazara ekranı yan çevirdiğinizde ortaya çıkan klavyeyi yüzde yüz eminimki Steve Jobs görseydi baş tasarımcı Sir Jonathon Ive'ın suratına terliğiyle iki tane kaptırırdı. Ben bu kadar ergonomiden uzak, bu kadar kullanışsız bir klavyenin böylesine geniş bir ekranda nasıl olup da kendisine yer bulduğunu çözebilmiş değilim.



Home tuşuna çift tıkladığınızda karşınıza çıkan multitasking ekranında üst tarafa kondurulan son aranan kişilerin gösterildiği bölümün gereksizliğine değinsem mi bilemedim. O özelliği oraya koyarken akıllarından ne geçiyordu bilemiyorum. Ama hala inatla arka planda çalışan uygulamaların tümünü kapamaya yarayan bir buton konulmamasındaki mantığı çözebilmiş de değilim. Bazen oluyor 40-50 uygulamayı bu ekranda tek tek kapamak can sıkıcı olabiliyor zira.


İki haftayı bir, beraber geçirdiğim 6 Plus'a duyduğum sevgi her geçen gün daha da artıyor. Dilim döndüğünce aklım erdiğince izlenimlerini sizlerle paylaşmak istedim. Umarım bir nebze olsun işe yarar bir yazı olur.

Sabırla okuyan herkese selamlarımla...

18 Ekim 2014 Cumartesi

Neden iPhone 6'dan iPhone 6 Plus'a geçtim?

    Teknolojiyi yakından takip eden ve nimetlerinden sonuna kadar faydalanan "ben" gibiler için faydalı olması arzusuyla hazırlanan bu yazı, tamamen kişisel görüşlere dayandırıldığı gibi herhangi bir test verisi de barındırmamaktadır...
    Siz de benim gibi yeni çıkan bir teknoloji ürününü almadan önce test verilerinden ziyade kullanıcı görüşlerine önem veriyorsanız bi göz atın derim yazılanlara..olmadı yarısına gelmeden bırakıp gidersiniz zaten...
     O halde başlayalım ufak ufak..
     Üç yıl süren 4s maceramla birlikte beklediğim geniş ekran iPhone'a ulaşmam için pek bir sorun kalmamıştı ki; Apple iki farklı ekran büyüklüğüne sahip telefon çıkararak benim gibi "kararsız gürüh"u, onlarca inceleme yazısına, video testine boğmuş oldu...Sonuçta yıllar süren büyük ekran beklentisi (ki ben aslında 4.3" veya 4.5" ekranın daha kullanışlı olacağına inanan biriydim) içinde kahrolmuş, kah dörtlerimizi&dört eslerimizi kah da beş&beş eslerimizi bağrımıza bağrımıza basıvermiştik.
     Şimdiyse Apple en küçüğü 4.7" olmak üzere iki farklı telefon çıkarıyor Plus dediğini iPad Mini'nin gıdasız kalmışıymışcasına 5.5" yapıp heybetli ama ince bir kasanın içine yerleştiriyordu
      26 Eylülde şehir dışında olduğum için ne kadar kıvranırsam kıvranayım bulunduğum yerdeki hiç bir operatörde bu iki telefonu bulamadım. Yaşadığım şehir Samsun'a döner dönmez ki 1 Ekim'e denk geliyor olsa gerek, soluğu Pupa Mağazasında aldım. Saldım ruhumu  yeni iPhoneların arasına...
     Pek tabii 4s deneyiminden sonra 4.7"lik iPhone 6 da 6 Plus da bir telefon için bana epeyce büyük geldi. Epeyce evirip çevirip türlü tutuş şekillerinde hangisinin daha iyi bir telefon deneyimi sunacağını anlamaya çalıştım. Açıkçası 4.7" bana daha insanî boyutlarda geldi. Zira 5.5"lik iPhone'da Androidlerden farklı olarak ortadaki tek tuşa bağımlı kalmak ve tek elle ona ulaşmak epeyce zordu (elimin küçük sayılamayacak bir ortalama büyüklüğe sahip olduğunu ifade etmeliyim). Bir de işin tükürdüğünü yalama boyutu var ki onu hiç sormayın. Zira senelerce Androidlerin büyüyen ebatları ile dalga geçmiş, öğrencilerimden bu tarz telefonu olanları eleştirip terlik kadar şeyi nasıl kullandıklarını sorgulamıştım..Gün gelecek teknolojinin sopasını da yiyecektim..ve işte o gün bugündü..
     Pil performansı, Optik Görüntü Sabitleyicisinin varlığı ya da daha geniş ekran deneyimi...O an benim için önemli olan şey cihazın kullanılabilirliği ve taşınabilirliği idi..seçimim pek tabii ki 64gb'lık iPhone 6 oldu..seçenek azlığından beyaz-gri olan modeli aldım. Ancak mümkünse bu rengi tercih etmemenizi öneriyorum. Hele de benim gibi telefon dünyasında Samsung'a hoş duygular beslemiyorsanız yeni aldığınız, yere göğe sığdıramadığınız telefonunuzun milyon tane çeşidi olan sıradan bir Samsung'a benzetilmesi sizin de hiç hoşunuza gitmeyecektir.
     Zaten gelmiş geçmiş en güzel iPhone modeli ve tasarımı olarak gördüğüm 4&4s'den sonra ne 5-5c-5s ne de 6-6Plus o tasarımı geçebilecek bir nitelik sergileyemedi. Bir de beyaz renkle ön plana çıkan benzerlik sıkı bir Apple tutkunu-Samsung düşmanıysanız sizi de hayal kırıklığına uğratabilir...
     iPhone 6, ince yapısının getirdiği naiflik, anodize edilmiş aluminyumun verdiği kalite hissi ile seleflerinden çok da farklı bir his yaşatmıyor insana. Ancak üç yıllık 4s'imin pil performansının üstüne fazla bir şey koymuyor oluşu, zihnimin hala 6 Plus da takılı kalması, bir hafta boyunca kendimi gaza getirircesine deli gibi zilyon tane inceleme videosu, test yazısı vs. okumam-izlemem bir süre sonra 6 Plus'a doğru sürükledi beni...
     Biliyorum ki bir haftalık bile olsa telefon da diğer ticari metalar gibi ikinci ele düştüğünde değerinden çok şey kaybedecek. Ben de üzerine ekleme yapmayı da göze alarak (ki hanım tarafından öğrenildiğinde bu benim bir sonraki gündoğumunu göremem anlamına gelir) Antalyadan bir arkadaştaki iki haftalık 6 Plus ile telefonumu takas ettim.
      Hiç tanımadığım safi telefonla görüştüğüm birine şırrak diye telefonu yollamam benim standartlarım için epeyce çılgınca bir şeydi ama Allahtan hiç bir sorun çıkmadı.
     Kötü hava muhalefetinin doğurduğu elektrik kesintisi nedeniyle Galatasaray-Fenerbahçe derbisini izleyemediğim şu saatlerde elimde 6 Plus ile yazıyorum bu yazıyı.Ve ergenler gibi tatil gününü de fırsat bilerek telefonu elimden hiç bırakmama rağmen şarj hala bitmedi...
     Bitmedi şarjı...
     Yaklaşık 5 gün oldu..Kendisi ile hemen kaynaştık...Evet bir hayli büyük...Hele ki aynı ekran büyüklüğüne sahip LG G3 yanında bu telefon hormonun ayarını kaçıran çiftçinin elinden çıkmış hıyar gibi duruyor..Evet derste telefon çalınca öğrencilerin karşısında bu terlik kadar aleti cebimden çıkarmak zorunda kaldım, tükürdüğümü yaladım...ama ellerimin büyük olmasının da avantajı ile ben bu telefonun kullanımından bir hayli memnun kaldım...Kulağıma götürüp telefon niyetine kullanmadığım zamanlar dışında kullanımı bana oldukça zevkli geliyor..sahip olduğu artı özellikler bu telefonun boyutlarından doğan olumsuzluklarını bence kapatıyor...benim gibi kitap dergi gazete hastaları için, yanında tablet taşımaya üşenenler için hoş bir deneyim sunuyor...Eğer Apple telefonlardan birini 4.5" diğerini de 5" yapsaydı belki daha ses getirebilirdi. Ancak bu haliyle de büyük ekranda IOS deneyimi yaşamak (oysa elinizden öper 6 yaşındaki kızımla ortak kullandığımız iPad Airimiz de var ayıptır söylemesi) cidden çok güzel...
     Bu nedenle parçanın ana fikrini gizlediğim sonuç bölümüne ulaştığım şu satırlarda, 6'dan 6 Plus'a dönen biri olarak kesinlikle pişman olmadığımı söylemeliyim..
     Ama alırsanız muhakkak 64 gb'lıktan aşağı almayın bu bir...
     Mümkün olduğunca beyaz-griden uzak durun bu iki...
     Yazının kıyısından köşesinden iki lokma alanlara teşekkür ediyor, dibine kadar okuyanlara da şükranlarımı sunuyorum :))
Kerem GÜREL
Samsun

19 Temmuz 2014 Cumartesi

İngiliz Otomotiv Sektörü Neden Çöktü?

Her şey Digitürk’le başladı.
Geçtiğimiz yıl Digitürk platformunda yayınlanan Top Gear bölümlerini izledikçe
kimi zaman tarihsel konulara kayan derslerimde pek de hayırla yad etmediğim İngilizlerin otomobillerine karşı gizliden gizliye bir hayranlığım olduğunu fark ettim. Kendimce becerebildiğim düzeyde televizyon karşısı kanepede, çocukluğa inme seanslarım sonucunda çözdüğüm gizem şuydu ki; ben, İngilizlerin Dünya tarihinde silah namlusunu kalem, mazlumun kanını mürekkep yaparak kazıdıkları tüm zulme karşın geleneklerine ve milli değerlerine bağlılıklarını takdirle karşılıyordum.

Bu karmaşıklık içerisinde daldığım tarihsel araştırmada yeni bir soru karşımda 100 Wattlık ampul gibi parlıyordu.. Lisede öğrenilen bilgilerle tekrar edecek olursak “Evet, 1700’lerin sonunda İskoçyalı bir mucit ve mühendis olan James Watt’ın buhar makinesini dokuma tezgahına uygulamasıyla Sanayi İnkılabı başlamış oldu.”. Oldu da zaten filmde ondan sonra koptu. Ki bu sürecin emperyalizmi, sömürgeciliği, I. ve II.Dünya Savaşlarını getirdiğini hepimiz biliyoruz...

Peki ya sonra ne oldu da ilk sanayi şehri Manchester’e ev sahipliği yapan, sanayi inkılabını başlatarak dünya tarihini değiştiren, köyleri boşaltıp insanları çılgınca şehirlere yönelten bir değişimi başlatan İngiltere, daha doğrusu Büyük Britanya, nasıl oldu da sanayileşmenin omurgalarından biri sayılan otomotivde bu denli çabuk siliniverdi..

Özetleyecek olursak “Jaguar E Type gibi Dünya otomobil tarihinde derin iz bırakmış kült bir modeli insanlığa kazandıran, Rolls Royce gibi bir lüks ve prestij deryasını gezegenimize hediye eden İngilizlerin esamesi  bu sektörde neden artık okunmaz oldu?”

Vaktiniz olduğunu düşünerek soruyu yanıtlamak için gerilere, 19.yy’ın sonlarına
doğru uzanıyoruz. Hani şu 63 yıl iktidarda kalarak Birleşik Krallık tarihinde en uzun süre tahtta kalan hükümdar Kraliçe Victoria dönemine.

Victoria iktidarının son dönemine tekabül eden yıllarda ancak İngiltere’de otomobil sanayisi filizlenmeye başlıyordu. Oysa aynı dönemde  dünyanın kısa sürede pek sevdiği bu sanayi kolunda Amerikalılar ve Fransızlar önemli üretici ülkeler arasında görülüyordu.

1920'lerin sonunda iki İngiliz üretici, Morris Motor Company ve Austin Motor Company   %60 payla pazara egemen oluyordu. 1931’de Ford’un da İngiltere’de üretime başlamasıyla iş iyice civcivleniyor ve 1932'de İngiltere Fransa'nın önüne geçerek Avrupa'nın en büyük otomobil üreticisi oluyordu. 1930'ların sonuna gelindiğindeyse Morris, Austin, Ford,  Standard Motor Company, Rootes ve Vauxhall (GM)’den oluşan markalarıyla artık Büyük Britanya otomobil sanayisinin merkezi olmaya başlamıştı. (ha bu arada İngilizlerin sembolü sayılan çift katlı otobüslerde bu dönemde ortaya çıkmıştı.)

İkinci Dünya Savaşının o öğütücülüğü içerisinde hemen tüm otomobil firmaları savaş araç-gereçleri üretimine yoğunlaşmıştı. Savaş sonrası dönemde ise tüm dünyada ciddi üretim artışları görülüyordu. Bu çılgın dönemde dünyada ihraç edilen otomobillerin %52'sini İngiltere karşılıyor ve otomotiv sanayisinin ağa babaları arasında yerini alıyordu.

1953 yılı Morris’in Austin'le birleşerek küçük sedan ve spor otomobiller üretmeye odaklanan BMC'yi (British Motor Corporation) kurduğu ve Birleşik Krallık'ın en büyük otomobil üreticisi olduğu yıldı.

Kekemeliği filmlere konu olan Kral VI. George’un ölümü II.Elizabeth’i bugüne değin sürecek bir iktidara taşıyordu. Ancak bu dönemde Kraliçe için özellikle otomotiv sanayisinde işlerin hiç de iyi gitmediğini görüyoruz. Oyuna hızlı giren Batı Almanlardan sonra İtalyan ve Fransız üreticiler hızla pazar paylarını artırıyorlardı. Ki bu durum ileride daha büyük sıkıntılara gebe İngilizlerdeki yanlış yönetim yüzünden daha da dramatik bir hal alıyordu.

1966’da  BMC iki şirketi daha, Jaguar ve Pressed Steel’i de bünyesine alıyor ve sahneye British Motor Holdings çıkıyordu . İki yıl sonraysa,1968'de, hükümetin zorlamasıyla bu dev şirket Leyland Motor Corporation'la da birleşiyor  böylece Rover Company ve Triumph Motor Company'yi de bünyesine katarak British Leyland Motor Corporation'ı (BLMC) oluşturuyordu. BLMC böylece, Avrupa'nın en büyük dördüncü otomobil üreticisi oldu. Bu birleşme Austin, Morris, Rover, Jaguar, Triumph, MG, Austin-Healey gibi markaları tek çatı altında birleştiriyor, 48 fabrika ve 200 bin çalışanı ile BLMC’yi İngiliz pazarının %40 sahibi yapıyordu.

Ortaya çıkan bu görüntü şüphesiz ki burnu havada, egosu tavan yapmış pek çok İngiliz beyefendisine gurur veriyor olsa da esasında aşırı sayıdaki fabrika, model, çalışan ve  bayiden oluşan koordinasyonu zor ve hantal bir organizasyon ortaya çıkıyordu.

Bu hantallığın içinde daha ciddi sorunlar da BLMC’yi bekliyordu. Tasarım ve üretimde yapılan maliyet hesaplama hataları Mini Morris gibi bir arabada bile araç başına 45 dolar kaybedilmesine neden oluyordu. Bunlardan başka sendikal faaliyetler, hatta sendikaların kendileri otomotiv sanayisini içten içe tüketen habis bir ur gibi yanlış şekilde gelişiyordu. Örneğin Triumph’ta sendika temsilcisi fabrikanın II.Elizabeth’i gibi davranıyor işçileri işe alıyor, işten çıkartıyor ve üretim düzeylerini belirliyordu. Sendikal hakların gölgesinde serinleyen işçiler parça başına çalışmakta ve kotalarını doldurdukları zaman işi bırakıp evlerine veya publarına gitmekteydiler.  Ortaya çıkan durum haliyle yapılan işin kalitesini hızla yozlaştırıyor ve birçok fabrika öğleden sonra 2:00 civarlarında yarı terkedilmiş bir görünüm kazanıyordu. Hatta araba motorlarının fabrika kapısından araba bagajlarına konarak kaçırıldığı bile oluyordu ki bu, sendikanın kabul ettirdiği şartlardan biri olan "arama yasağı" bu süreci kolaylaştıran en büyük faktördü.

1971 yılında BLMC ekibi, yeni firmanın ilk yeni arabası Morris Marina’yı pazara sürdüler. Bu araba Ford’un Cortina modeli ile rekabet etmek için üretilmişti. Fabrikalardaki seri üretime hakim olan koşullar düşünüldüğünde bu arabanın üretim hattından çıkmasına bile mucize gözü ile bakmak gerekiyordu. 1970 yılında Austin-Morris bir endüstriyel eylem yaşamadan sadece iki hafta geçirebilmişti. Sendikaların esas aldığı parça başına üretim sistemi, parçalarda veya üretim hattı tekniğinde en ufak bir değişimin haftalar süren bir toplu sözleşme pazarlığına neden olmasıydı. Sigara yakacağının soldan sağa geçirilmesi bile, sendikaların bütün arabanın montaj hadlerini yeniden pazarlığa sürmesine neden olmaktaydı. Japon rakiplerinin "Yalın Üretim" ve "Tam zamanında Tedarik" tekniklerine geçmelerinden yirmi yıl sonra bile, BLMC yönetimi sürekli grev tehdidi altında yaşamak ve radyatör, egzoz gibi parçalarda bile en az iki tedarikçiden sağlanan stoklarla çalışmak durumunda kalıyorlardı.

Bu dev şirketi yöneten Donald Strokes emekli olma aşamasına geldiğinde  yerini kimin alacağı konusunda bir iktidar kavgası başladı. Strokes’in hemen altında yer alan iki yönetici bu kavganın liderliğini oluşturarak firmanın sorunlarının daha da derinleşmesine neden oldular. Turnbull firmanın üretim hacimlerini optimum belirleyebilme sorununu çözmesi gerektiğine ve bunun mümkün olduğuna inanmaktaydı. Bunun en iyi yöntemi firmayı desantralize etmek ve “otonom” bölümlere yetki devretmek olacaktı. John Barber ise firmanın daha üst pazarlara geçmesi gerektiğine inanıyordu ve bunun yolu da firmanın Ford veya GM modelinde yeniden merkezileşmesi idi.

Kazanan Barber ve merkezciler oldu veya onlar kazandıklarını sandılar. Oysa zaten hantallığı yüzünden idaresi gittikçe zorlaşan bir şirketi daha da merkezileştirme hevesindeki Barber’in direksiyona geçmesi şirket için bir şans değil kabustu. 1973 mayısında Barber, Strokes’in yardımcısı ve görevi devralacak yönetici olarak atandı. Altı ay sonra Turnbull , Austin-Morris’in yönetici müdürlüğünden istifa etti. Turnbull’un istifası, sektörde ileri gelen birçok kişiyi şok etti. Her zaman ideallerinin arkasında durmuştu ve onları terk etmek gibi bir niyeti yoktu. Bu eyleminin etkisini yumuşatacak herhangi bir başka işe de talip olmadı.

Turnbull 1974’te bir ,Güney Kore Chaebol ( Holding) firmasında bir otomobil üretim sistemini geliştirirken aynı dönemde BLMC çeşitli yönetim ve organizasyondaki eksiklikler, Kuzey Denizi petrol gelirlerinin İngiliz Paund’unun diğer para birimleri karşısında değerini yükselterek BLMC arabalarının rekabetçi avantajlarını kaybetmeleri ve sendikal faaliyetlerin yoğunluğu gibi sebeplerle gezegendeki beşinci en büyük araba firması olarak İngiliz hükümetinin sırtında ciddi bir yük oluşturmaya başladı.

Dönemin İngiliz başbakanı Harold Wilson. bu sorunun çözümünü, danışmanı olan Sir Don Ryder'e devretti. Ryder durumu ne kadar berbat edebilecekse elinden geleni ardına koymadı. Arabaların özelliğine, pazar segmentine, rekabetçi üstünlüklerine hiç dikkat edilmeden, bir markayı diğerinde ayırmadan basmakalıp bir yaklaşımla işleri düzeltmeye çalıştı. Kendine özgü gelenekleri ve sorunları olan bir sektöre, işletmecilik kitaplarının en sıradan kuralları ve pazarlamacılığın moda formülleri ile yaklaşılmakta idi. Ryder, BLMC müdürlerine danışma gereği bile duymuyor ancak buna karşılık en militan üyelerinin kontrolünü kaybetmek durumunda kalan sendikaların gönlünü alacak yaklaşımlarda bulunuyordu.

Belki sektörün sorunları kolaylıkla çözülebilir ve nihai sonuç bu denli olumsuz olmayabilirdi ancak sorunlara objektif ve rasyonel yaklaşmak yerine politik önceliklere göre davranmanın kendi içine yönelik çabaları, sektörde sorunların derinleşerek felakete dönüşmesine yol açtı.

İngiliz hükümeti BLMC’yi ayakta tutmak için büyük çabalar harcasa da şirket her geçen gün Ada Halkının sırtında gittikçe artan bir büyük oluşturuyordu. 1979’da iktidara gelen özelleştirme taraftarı Margaret Thatcher’la birlikte BLMC zaman içerisinde parçalanarak özelleştirildi.

Bu sürecin sonunda İngiliz değerlerini yansıttığına inanılan otomobil firmalarının kimi farklı ülkelerin eline geçerken kimi de tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Lüksün ve asaletin simgesi sayılan iki İngiliz otomobil firmasından Bentley bildiğiniz üzere Volkswagen’in çatısı altında yaşıyorken Rolls Royce ise Münihli BMW’nin yönetimi altındadır. 

Şimdi gelelim sonuç bölümüne.
Neden bu kadar vaktinizi aldım. Sanayi devrimini başlatan dünya otomobil tarihine birbirinden değerli modeller kazandıran bir ülkenin sonunda nasıl bu hale geldiğini merak edip elde ettiğim sonuçları bir yazıda birleştirmek istedim. Umarım faydalı oluşmuştur. Yazının uzunluğundan ötürü kusura bakmayın.

Not: Ne yazık ki İngiliz Otomotiv Sanayisi ile ilgili basılı bir kitaba ulaşamadım, bu nedenle tek kaynak başta wikipedia olmak üzere internettir. Ha bir de benim kafamda esip duran fikirler var...



29 Ocak 2014 Çarşamba

MODELLERE BİR SAYGI DURUŞU


Öğretmenliğe başladığım 2001 yılında bekarlığımla karşılıklı yaptığım sabah kahvaltılarında bize eşlik eden şiir albümlerinden birisidir Bedirhan Gökçe'nin "Üçüncü Sayfa Şiirleri".
İşte o albümde çok sevdiğim şiirlerden birisiydi "İstanbul".
Girizgahında aynen şu mısralar var idi;

"Benim bir de İstanbul maceram var,
995 te başlayan yağmurlu bir Kasım günüde
Heyecanlı, bir o kadar da gergin
Yazmıştım İstanbul’u ilk kitabımda

İster gel ister gelme, geçmeziyem bu şehrin
Men güzelden anlaram
İstanbul şahı şehrin demiştim,
Bir gezmede İstanbulu.."

İşte benimde 2006 'da sevimli bir Nisan gününde başlayan modelcilik maceram var. 2006 Nisanında başlayıp 2013 Ocak'ında nihayetlenen bir macera.

Modelcilik sevdasının otomobil tutkusuyla paralel geliştiği düşünülür çoğunlukla. Peki otomobil tutkusu nerden gelir. Dört tekerli bu götürgeçleri çekici kılan nedir? Özellikle erkeklerin gönlünde en güzel mevkiileri kendine imarlamasının, istimlak etmesinin sebebi nedir?

İlk aklıma gelen erkeklerin güce, güçlü olmaya karşı yönelimleri. Ve tabii o direksiyonla insanda doruk noktasına ulaşan "sevk ve idare etme egosu". Otomobilin direksiyonundayken ortalam 4mX1,8mX1,6m  ölçülerindeki bir alanın hakimi oluyorsunuz. Gaza yüklenme de, frene abanma da size bağlı, üç boyutlu, dört köşeli, iki dingilli, tek motorlu tenekeyi bir bilek hareketiyle istediğiniz yöne götürebiliyorsunuz (hatta ben hiç denemedim,mizacıma ters ama el freniyle aranız iyiyse çeşitli geometrik şekiller bile oluşturabiliyorsunuz asfaltın üzerinde). Hem bu teneke o kadar iyi ki, eşek gibi inatçı da değil, at gibi ne yapacağı kestirilemez de..Her şey gaza, frene ve cüzdanına bakar...

Recaizade Mahmut Ekrem beyefendilerin ruhları şad olsun, sanırım çok eskilerden erkeklerin bu ego tatmin yöntemini görmüş olacak ki "Araba Sevdası" isimli bir roman yazıvermiş (tabii Recaizade Mahmut Ekrem bu romanı bildiğimiz manadaki arabalar/otomobiller için ya da onlara sahip olmanın getirdiği zevki ifade için yazmadı, O züppe, densiz Bihruz beyin saçmalamalarını anlatma derdindeydi).

Konunun esasında sapıyorduk ki yumuşak bir bilek hareketi ile direksiyonu doğru rotaya kırdık.
Sahi konu neydi..Şair burada neyi anlatıyordu...
Şaka bir tarafa bu yazının ana teması 2006 Nisanında başlayıp 2013 Ocak'ında biten modelcilik maceram.
(Gerisi tamamen kişisel içerikli olacağı için facebook'da video paylaşacak, Beren Saat mi daha güzel, Kim Kardashina mı? bunu atılan yorum ve beğenilerden çıkartma gayretindeki arkadaşların, "adamın da işi gücü yok başından geçenleri gecenin bir yarısında yazmış arkadaş, milletin canı sıkılıyor herhal gözüm!" diyenlerin eylül yaprakları misali savrulup uçtuğu satırlar bunlar olsa gerek.

Konuya ikinci ve son olması dileğiyle bir kez daha dönersek, 2006 Nisanı (ki sanırım dördüncü defa geçiyor yazının içinde bu bölüm) ile başladı herşey. Bir gönül macerası için gidilen yolculuğun dönüşüydü her şeyi başlatan. Dandik otobüsün kıytırık kliması (bu ifadeleri kullandığımı öğrencilerim görse fena eleştirirler beni ) kısa sürede nasıl boğaz şişirilir konulu konferans dizisi düzenlense model manken olabilecek kıvama getirmişti beni. Okuldan alınan raporlar sonrası yorgan döşek yatmanın getirdiği can sıkıntısı ile google hoca efendi hazretlerinin şefkatli ve bilge kollarında buluverdim kendimi. "Model araba" yazdığımda karşıma çıkan sonuçlardan biri diecastturk.com adresiydi ki, modelcilik macerasının çıkış noktasıdır kendileri. Gençliğin, hevesin ve bilgi/tecrübe noksanlığının yarattığı bulanık bir beyinle apar topar satılık bölümüne sarktığımı hatırlıyorum.Ne bulursam alasım geliyordu. Bir gün Burago'nun oyuncaktan hallice bir Ferrarisinin peşinde koştururken bir başka gün 1:43'lerin , 1:24'lerin ardı sıra gidiveriyordum. 

Sanırım o dönemde özel mesajlarla, fiyat sormalarla, pazarlıklarla pek çok modelci arkadaşı yordum.

Nihai hedef olarak Mercedes teması belirlenince bu defa ucuz modeller hayallerimi süsler oldu. Her ay iki-üç model bana mısın dememeye başladı. Ne de olsa ekonomiktiler.
Bütçeyi yormuyorlardı. Gerçi arada sırada birileri çıkıp "Her ay alınan Welly, Maisto yerine iki-üç ay da bir alınan Autoart, Minichamsp daha yeğdir" dese de ben vitrinde artan model sayısına odaklanmıştım. Kii birgün kara sevdaya tutulup Autoart üretimi borda 1:18 Mercedes 190E 2.0 alana dek.

İşte o gün dedim ki olacaksa böyle olsun arkadaş. Bu akil adamların cidden bir bildiği var. Galileo spor olsun diye dünya dönüyor demedi değil mi?

O saatten sonra zorlanmalar başladı. Takviye vitese geçtiysek de zorlandık. Hele ki bekarlığın verdiği tüm sorumsuzluğa rağmen evdekilere model standart AA fiyatların gerçeğinin üçte dörtte biri şeklinde tanıtıvermeme rağmen. Bunu yapmayan modelci bulmak bir hayli zor olsa gerek.

Yalnız bekarlıkta başlayıp evliliğin ilk zamanlarında devam eden kutu kaçırmalar küçük tatlı kaçamaklar olarak hala zihnimde.

Gizlice siparişi verilen bir modeli, kargo şubesinden gizlice teslim alıp,eve gizlice sokuverme, yatağın altında bir süre gizleme...Üniversitelerde modelcilik kürsüsü açılsa gönüllü ders verirdim. O denli...

Mercedesler hep baştacı oldu. Neden bilmem. Sanırım ayakta naylon terlik, elde seyyar dondurmacıdan alınmış buz yığını dondurma, ağzımız bir karış açık Alamancı arabalarını izlerken oluştu bu sevda. Tabii bir de BMW var, ahirete kadar ikinciliğe mahkum. Bu ikisini birden tema yapayım, bir ondan bir ondan alır sağlam bir koleksiyon yaparım dedim kendime. Hatta çalışmalarına da başladım.
BMW'lerin sayısını da Mercedesler kadar artırmak için çabaladım.





Bir süre sonra ortaya çıkan görüntü şuna benzerdi.


Hatta askerlikte bile rahat duramadım.2007 yılında Dekalo'nun düzenlediği kampanyadan istifade Kyosho E320 bile aldım. Hatta bordo 190E'de dahil olmak üzere bir kaç modeli yanımda götürüp kendime asker arkadaşı eyledim.

Bu yükseliş dönemi ne zamana kadar sürdü?
Tabii ki evlenene kadar.

Evlilik dönemine girdiğimde modelcilik faaliyetlerinin Coğrafi Keşiflerle zayıflayıveren İpek Yolu gibi günden güne kan kaybedeceğini anladım. Arada ufak tefek tatlı kaçamaklar olsa da, bir iki model etiket fiyatının 1/3'i kadar değerle evde tanıtılıverse de artık bu numaralar evde sökmüyordu, çünkü internetten bi haber ana-babacağızıma karşılık en az benim kadar hin bir başkasının daha nefesi ensemdeydi. 
Muhterem eşimin.

Artık fiyatları düşük söyleme yolu da tıkanınca anladım ki evlilik ve hele hele de çocukla birlikte modelcilik aynı balonun sepetine sığmıyor. Yükselmek istiyorsak yüklerden kurtulmalıyız. 2010'da başlayan ev inşaatı modelcilik tarihimin Karlofçası oldu. 
Ardından Küçük Kaynarca, Ziştovi ,Yaş diye devam etti bu böyle..

Ne zamana kadar 2013 Ocak'ına (bu da üç etti) kadar.
Yaşamın getirdiği yorgunluk mudur yoksa nicedir içimde peydahlanan tembellik tohumunun patlaması mıdır bilinmez elimdeki bir avuç modele de bakamaz oldum. Kapalı, cam vitrinin temizliği bile gözümde büyür oldu. Buna bir de karanlık ellerce yükseltilen model fiyatları eklenince havluyu usulca ringe bırakıverdim.

Şimdi Norev'in W140 Mercedes S600'ü ile Revell'in 240D'si kalıverdi elimde.Onları satmamaya kararlıyım. Zira 240D aldığım ilk 1:18 model.Ve tam bir Alamancı arabası. Diğeri ise ergenlik yıllarımın, gençlik hayallerimin baştacı. Yırtık dökük bir dergi posterinin karşısında saatlerce dalıverip , "bu arabayı yıkamak, detay detay silivermek bile ne büyük bir zevk olurdu"  dediğim S600.Aşağıda o yırtık dökük poster görülüyor. Senelerce televizyon ekranından çok bu postere bakmışımdır sanırım. Ne zaman kadar? Pek tabii ki düğünüm öncesinde yapılan ev temizliğine kadar. Evde olmadığım bir gün kapının üstünden sinsice indirilen bu biçare poster yokluğum fırsat bilinip çöpe atılmış. İşte o nedenledir ki gecenin bir yarısı elimde fener mahallenin çöplerini karıştırdım. Yoksa zinhar tinerci ayağım yoktur.


Bugün modelciliğe başladığım ilkgünden bu yazıyı yazdığım ana kadar benim gelişimimde büyük emeği olan, evimin kapıları için gerekli paranın bir kısmını karşılayan, cep telefonu paramın açığını kapatan, sudan sebeplerle değil de ekonomik nedenlerle sıkıştığımda kimseye el açtırmayan, kendilerini gözü kapalı birer ikişer feda eden ve Kenan Şevkli, Gökhan Heparslan, Tuğrul Coşkun, Eray Erdemli, Cem Arslanoğlu,Ali Samangül, C.Y.G., Erçin Çeliktenli,Üstüncan Şav, Cem Dekalo, Ulvican Poyraz, Oğuzhan Dinçel, Serdar Gökhan gibi onlarca değerli insanı arkadaş/dost ettiği için evimi,vitrinimi ziyaret eden tüm modellerime huzurlarınızda teşekkürü bir borç bilirim. İki modelle kalakalan 2 metrelik beş sıralı cam vitrinime baktığımda tüm modellerimi minnetle anıyorum.

Acaba bu satıra benden başka ulaşan oldu mu? bu arada kişisel görüşüm Kim Kardashian yönünde.

Sevgilerle
Kerem GÜREL

8 Kasım 2013 Cuma

BİR GARİP AŞK ÖYKÜSÜ


Adımlarının kalp atışlarıyla yarıştığı sıradan bir iş günüydü. Çoklukla yaptığı gibi yine aklından geçirdi, şairini bilemediği o iki dizeyi;
“Yaşamak değil ama, Beni bu telaş öldürecek!” “Ölür müyüm bilmem ama, süründüğüm ortada” dedi kendi kendine. Tüm bu koşturmacada saatin kaç olduğunu dahi unutmuştu. Elinde, değişme zamanı çoktan gelmiş iPhone 4s'in ekranına baktı, saati görmek için. O esnada, ekrana yansıyan yüzünde, ter tanelerinin boncuk boncuk dizildiğini görüverdi. “Artık” dedi, “benim de bu dünyada bir rahat yüzü görmem gerek.” Okul yolunda sesli kahkalarla sohbet ettiği, haftasonu maça kaçtığı arkadaşlarının hemen hepsi isteklerine ulaşmışlardı çoktan. Kiminin altında bir Astra, kiminde bir Laguna görüyor, boyanmaktan kalınlığı üçe katlanmış ayakkabılarına baktıkça “yürü be koçum!” diyerek kendini gaza getiriyordu. İçinden türlü çeşit arabaların hayallerini geçiriyor, “birgün” diye başlayan hayallerinin ardını farklı farklı araba modelleri ile getiriyordu. Ta ki Onu görene kadar.
4 metre 63 santimlik uzunluğuyla bir ceylan.
Yok yok, bir beyaz balina.
1 metre 76 santimlik genişliğiyle sanırsın Harran Ovası.
Yo yo…Sibirya taygaları.
2 metre 70 santimlik dingil mesafesi Dolmabahçe’nin Mavi Salonu.
Halt etmiş! Bakingım Sarayı.
520 litrelik bagaj hacmi tıpkı İnsuyu Mağarası.
Kurtarmadı mı?
Cennet-Cehennem Obruğu.
1598 cm3 hacmi, 110 beygir, 150 nivtonmetrelik gücüyle, mini bir fabrikayı anımsatan, Doğu Asya kralı Japonların dünyaya hediye ettiği harika bir motor. Maksimum süratin 190 kilometre saate dayandığı, sıfırdan yüze hızlanmanın 12 saniye sürdüğü bu güçlü makine, üç yüz bini güle oynaya deviriyor, “getir bi üç yüz bin daha susuz olsun” der gibi sessizce fısıldıyordu.
Bütün büyük aşkların bir erkek bir kadına dayandığı kadim gönül öyküleri 19.yüzyılın sonlarında benzinli motorların icadı ile değişmeye uğruyor ve bugün ulaşabileceği son noktaya erişiyordu. Tahir ile Zühreler, Leyla ile Mecnunlar bitiyor Kerem ile Avensis’in aşkı, başta feysbuk, tivitır, instagram olmak üzere tüm sosyal medyada, siyenen, entivi olmak üzere tüm görsel medyada yankılanıyordu.
Delikanlı odasının duvarlarını, defterlerinin ilk sayfasını Onun resimleriyle süslüyor, bu arabesklik yetmezmiş gibi, imkanım olsa Göz Kapaklarıma Silüetini kazıtırım diyordu, tüm eşine dostuna.
Başlık parası, devir ücreti, muayene ücreti, ocak bandrolü, ön far değişimi derken masraflar Himalayalar gibi diziliyordu önüne. Diziliyordu dizilmesine ama delikanlı bunu pek de umursamıyor, asıl aşılması gereken engelin Kerim Baba ile Müziyen Ananın inadı olduğunu biliyordu.Belki diyordu, belki onlara bir başka Avensis, olmadı bir başka Korolla, efendime söölim bir başka Passat bulurum onlar da insafa gelirler diyordu. Diyordu ama bir yandan da aklından geçiriyordu;
“Umut fakirin ekmeği,
böl böl ye..