13 Aralık 2015 Pazar

Bir Akıllı Saat Hikayesi: Pebble (Gereklilik mi israf mı?)

Pebble...
Çakıltaşı...

Bir saat firması için hayli ilginç ancak söylenişi bir hayli sevimli bir isim...

Geçmişi asırlarca önce dayanan saatlerin teknolojik gelişmelerden nasibini almaması olmaz bir durumdu.
Apple'ın akıllı saatine dair duyumlar ve beklentiler bir şehir efsanesi kıvamında teknoloji dünyasının sokaklarında esip yerdeki çöpleri uçurduğu esnada en büyük rakibi Samsung 'Gear' modelleriyle sahnedeki yerini çoktan almıştı.
Apple ise bir hayli ses getiren Apple Watch serisini duyurduğunda  pek çok insan 55 bin Türk lirasına kadar ulaşabilen satış fiyatıyla bu saatlerin teknoloji dünyasındaki yerini sorgulamaya başladı...
Onlardan biri de bendim itiraf ediyorum.

Teknolojiye bir hayli gark olmuş yaşamlarınızda akıllı telefonlarımız zaten gün boyu elimizden düşmüyor. Pek çoğumuzun evinde tablet de var. Televizyonlarımız o üzerinde safi beş altı düğme bandıran, sesi açmak, kanal değiştirmek için sürekli ebeveynlerimiz tarafından yattığımız yerden kaldırıldığımız tüplülerden değil artık. Onlar bile bir hayli akıllandı.

Peki bu kadar teknolojiye boğulduğumuz bir dünyada estetik anlayışımızın, yaşam felsefemizin, kişiliğimizin bir yansıması olarak gördüğümüz, bir aksesuardan çok daha derin anlamlara haiz olabilen saatlerimizin akıllanmasını ne kadar istiyoruz.
Benim gibi saat konusunda tek eşli olup seçtiği saatle yaşama bakış açısından tutun da kişiliğine kadar kendiyle ilgili pek çok bilgi verdiğini düşünen eski kafalı biri bile bu işe bulaşabiliyormuş.

Apple ürünlerinin kullanıcısı ve beğenicisi olarak Apple Watch duyurulduğu andan itibaren hiç ilgi alanıma girmedi. Ancak son bir aydır kafamda akıllı saatlerin gerekliliğine dair soru işaretleri de belirmeye başlamıştı. Zira öğretmen olarak her gün sekiz saatlik ders anlatımım esnasında tabir-i caizse eşşek kadar iPhone 6 Plus telefonumu sürekli cebimden çıkarmam, bildirimlere bakmam mümkün olmuyordu. Bazen önemli bildirimleri kaçırmam çeşitli sıkıntılara sebebiyet verebiliyordu. Bunun üzerine bir akıllı saatten ziyade hem saat hem de telefona bir yardımcı gözüyle baktığım Pebble saatlerini araştırmaya başladım..Yerli yabancı inceleme videolarını izledim. Ucuzundan pahallısına tüm modellerini ölçtüm biçtim..En sonunda Pebble'ın piyasaya giriş modeli olan ve en baz model olarak adlandırabileceğimiz Pebble Classic modelinde karar kıldım. Zira bunun üç sebebi vardı.
1. Şuan bütçem buna müsade ediyordu.
2. Classic dışında diğer Pebble saatlerin ikinci eli Türkiye'de neredeyse hiç yok.
3. En ucuzundan başlarsam hiç bilmediğim bu alanda memnuniyetsizlik yaşadığımda ya da akıllı saatlerle anlaşamadığımda kaybım da en az olacaktı.
Bu düşüncelerle sahibinden.com sitesinde ikinci el bir Pebble Classic buldum ve satın aldım. Bir haftadır kullanıyorum. Teknolojik detaylara girmeden izlenimlerini paylaşmak isterim.

- Saat düşündüğüm kadar kaba değil. Zira bileklerim çok kalın olmadığı için kaba bir görünüm vermesinden korkuyordum. Ayrıca jet black olarak isimlendirilen siyah renk cidden hoş bir duruş sergiliyor.
- Ekran e-paper olarak bilinen siyah-beyaz bir ekran. Bu ekran hem düşük güç tüketimi hem de güneş ışığında kolay okunuşu ile ön plana çıkıyor. Bu arada ekran demişken ekran Samsung veya Apple saatlerindeki gibi dokunmatik değil. Herşey telefonun yanlarındaki toplam dört tuşla yapılıyor. Ayrıca ekranın çizilmelere karşı çok dayanıklı olmadığını da ifade etmeliyim.
- Saat arayüzleri yüzlerce hatta belkide binlerce..Zira ben uygulama mağazasında sonunu bulamadım.
Her gün yeni bir tane kullansanız bile bitirmeniz zor gözüküyor.
- Kordon silikon malzemeden üretilmiş ve gayet yeter bir kalitede. Ancak benim gibi cildi yazın terlediğinde pislik yapan, alerji doğuranlardansanız yazın bi kordonun deride tahriş yaratması pek ihtimal dahilinde.
- Saatin kurulumu ve kullanımı çok kolay. Facebook hesabınıza giriş yapabiliyor, maillerinizi açıp okuyabiliyorsanız bu saati de rahatlıkla kurup kullanabilirsiniz.
- Telefonunuza gelen hemen tüm bildirimler (çağrı, mesaj, facebook, twitter, instagram, whatsapp..vb) saate de geliyor bu sayede telefonunuzu sürekli cebinizden çıkarmak zorunda kalmıyorsunuz.
- Telefonda saat arayüzleri de dahil olmak üzere hepi topu sekiz uygulama yükleme hakkınız var. Bu sıkıntılı bir durum. Gelecek güncelleme ile bu engelin kaldırılacağı söylentileri var.
- Suya dayanıklı bir yapısı var. Bu elinizi yıkarken, duş alırken saatinizden ayrılmamanızı sağlayabilir. Hatta banyoda telefonunuzdan müzik açıp saat üzerindeki düğmelerle parçalar arasında ileri-geri yapabilirsiniz.
- Saat hem IOS yani Apple modelleri ile hem de Androidlerle uyumlu. Bu da oldukça büyük bir avantaj.
- Pil bir akıllı saate göre gayet iyi gidiyor. Bir haftada sadece iki kez şarj ettim.

Sonuç olarak "Pebble'ı sevdim mi, uzun zaman kullanır mıyım?" şeklindeki kendi soruma net bir cevap veriyorum.
Evet Pebble Classic modeli bir haftalık kullanımın sonucunda epey işime yaradı. Telefona gelen bildirimleri telefonu cebimden çıkartmadan görmek bir hayli kolaylık. Hele de yazın sıcağında cepte ağırlık yapmaması için telefonu el çantasına taşıdığımda sesini duymamak gibi bir derdim kalmayacak.. Ayrıca hergün ya da gün içinde keyfime göre farklı saat arayüzlerini kullanmak çok keyifli. Pek çok bilgiye saatten erişmek telefonun daha az kullanımını ve pek tabii pil ömrünün uzaması sonucunu doğurdu. Ders anlatırken zil sesi veya bildirim sesi duyulmaması da benim için iyi oldu.
Ancak dediğim gibi saatinize anlam yüklüyor ve onu sıradan bir aksesuar olarak görmüyorsanız henüz bir kişiliğe sahip olmayan teknolojik saatler size pek çekici gelmeyecektir. Ancak tasarımsal anlamda gösterilen gelişme hakikaten takdir-e şayan. Özellikle pek hazzetmediğim bir firma olan Samsung'un yakın zamanda duyurduğu Gear S2 modeli dairesel yapısı ve iki farklı kordon seçim avantajı ile son derece güzel görünüyor.
Akıllı saatler kesinlikle geleceği olan bir teknolojik alet. Becerileri arttıkça, estetik açıdan daha hoş bir yapıya kavuştukça daha kişilik sahibi cihazlar haline geleceklerine ve yeni gönüller feth edeceklerine inanıyorum.
















10 Ekim 2015 Cumartesi

Macbook Air'e Hafıza Desteği

Taşınabilirlik...
Evet pek çok insanı cezbeden bir Macbook Air özelliği. Ve ben de sonunda dayanamayıp 
Mac Air'i üç yıl boyunca kullandığım Macbook Pro'ya tercih etttim.

Geçen zamanla birlikte ne kadar haklı olduğumu görüyorum. Özellikle Sony Vaio ultrabooklar için üretilen zarf tipi kılıf ile Mac Air inceliğinden ve tasarımsal zerafetinden ödün verilmeden rahatlıkla elimin altında taşınabiliyor.


Son derece iyi bir fiyata, son derece temiz ve garantili bir Mac Air almak benim için oldukça büyük bir şanstı. Ancak inceliğine, tasarımsal açıdan kendine hayran bırakan başarısına rağmen Mac Air'in de kendine göre sıkıntıları yok değildi.

128 gb SSD bilgisayarın kullanım hızını artırıyor olsa da kısa süre sonra bilgisayarda yeterli hafıza yokluğunu hissetmeye başlıyordunuz ki, 500gb'lık orjinal harddiskini çıkarıp yerine 128 gb'lık SSd taktığım Macbook Pro'dan bu hususta yeterli deneyime sahiptim. Ancak Macbook Pro gibi üzerinde rahatça donanım değişikliği yapamadığınız  bir bilgisayar karşınızdayken haliyle seçeneğiniz de azalıyor.


Sahip olduğum 1 tb'lık taşınabilir harddiski her yere götürmem pek  olası bir seçenek değildi. 256 gb'lık Mac Air fiyatları ise bütçemi bir hayli aşıyordu. Yaptığım araştırmalar beni farklı bir alternatife yöneltti.

Bu hem benim hafıza yönünden çektiğim sıkıntıyı bir nebze azalatacak, hem ekonomik olup bütçemi zorlamayacak hem de Mac Air'i Mac Air yapan zerafet ve estetikten ödün verdirmeyecekti.

Nifty bu alanda sunduğu destek ile tam da arayışıma çare oldu. Esasında mini sd hafıza kartları için bir adaptör olarak niteleyebileceğimiz bu ürün piyasada çok değişik fiyatlara satılıyor. İnternet üzerinden yaptığım araştırmalarda esasında neredeyse hiçbir donanımsal özelliği olmayan bu ürününün 100 liranın üzerinde fahiş fiyatlarla satıldığına tanık oldum.




Webrazzi Store üzerinden 39 liralık fiyatı görünce diğer mağazaların fiyatlarının yarattığı tedirginlikle hemen sipariş verdim. Ürünün elime ulaşması kargo firmasından dolayı bir gün daha uzasa bile webrazzi çalışanları işlerini hakkıyla yapıp hem kargoyu zamanında hazırladılar hem de paket içeriğine masa takvimi, not defteri, sticker gibi minik jestleri de sıkıştırıvermişler.

Ürün paketlerine önem veren titizlik ve kalite takıntılılar için ürün pketinin yeterli kalitede olduğunu ifade etmeliyim. 

Paket içeriğinde bir adet Nifty mini sd adaptör, bir adet Kingston 4gb mini sd kart (ki paket içeriğinde bunu görmeyi beklemiyordum, arabadaki fm transmitter için ihtiyaç duyduğum mini sd karta da kavuşmuş oldum böylece) ve adaptörü Mac Air'in kart yuvasından çıkartmak için ve hatta iPhone'da sım kartınızı çıkartmak içinde kullanabileceğiniz, kullanmadığınız zamanda cüzdanınızın bir köşesinde saklayabileceğiniz kaliteli şık bir çengel-iğne.



Adaptörün içine yine internet üzerinde araştırıp en iyi fiyatı n11.com sitesinde bularak aldığım Sandisk 64gb mini sd hafıza kartını yerleştirip Mac Air'in kart yuvasına yerleştirdim.

   



Görüntüde hiçbir bozulma olmadan 128 gb'lık hafızaya 64 gb'lık bir ek gelmesi benim için çok iyi oldu. Okuldaki ders kitaplarının pdf kopyalarını, çocuklarımın fotoğraflarını, ders sunularını ve pek çok dökümanı artık taşınabilir diske yükleyip bir de onun yükünü ve bozulma riskini yanımda taşımamış oluyorum.  


Benimle benzer sorunlar yaşayanlara kesinlikle tavsiye ediyorum. İleride ihtiyaç halinde 128'lik bir kart alıp kapasite artırımına gitmek de nispeten daha kolay bir çözüm olacak benim için.

3 Mayıs 2015 Pazar

Akıllı Telefonlara Bu Kadar Para Verilir Mi Kardeşim?

BİR TELEFONA BU KADAR PARA VERİLİR Mİ KARDEŞİM?


Akıllı telefonlarla hayatımıza giren, dost arkadaş sohbetlerinde bizi can evimizden vuran, kimi zaman kem küm ederek, kimi zamanda gözlerimizi kızartacak kadar öfkelenerek cevapladığımız, son dönem akıllı telefon dünyasının en ciğerpare sorusu:
"Bir telefona bu kadar verilir mi kardeşim?"



Asgari ücretin 900 lira olduğu, kişi başı milli gelirin yıllardır 10 bin dolar seviyesine çakılı kaldığı, 2013'de dünyanın 17. büyük ekonomisi iken 2014'de iki sıra gerileyip el ayası kadar Hollandaya geçilip 19. ekonomi haline gelen, dış ticaret açığı 100 milyar dolara dayanmış ülkemizde; şirketlerin karlılığını tavana dayadığı, vergilerin vatandaşı silindir gibi ezdiği, dolar kurunun ekonomiyi tıngırdattığı bir ülkede "Amiral Gemisi" diye sınıflandırılan, fiyatı uçuk şekilde 3 bin lira seviyesine varmış telefonları kullanmak evet itiraf ediyorum hiç de akıl karı değil (pek tabii akıl karı olmayışı alt ve orta sınıf insanlarımız için geçerli bir ifade, yoksa kaymak tabaka dediğimiz insan grubu icabında bi yemekte ateşliyor bu parayı).

Peki tek maaşlı çalışan, ev kredisi ile boğuşan, diğer aya cebinde 50 TL (yazıyla elli Türk lirası) ile girdiğinde kendini zengin addeden iki çocuklu, evli, dertli borçlu bir Türkiye Cumhuriyeti öğretmeni için, ömrünün 24 güzel ayını Vodafone, Turkcell gibi şirketlere ipotekleyen, her ay iki maviliği, toplam 200 Türk lirasını telefon için harcayan biri için bu biraz fazla lüks değil mi?

"Senin etin ne budun ne kardeşim?"
"Sidik mi yarıştırıyorsun hasbam?"
"Ayağını yorganına göre uzatsana!"

Doğru.
Kabul.
Bu sözleri sıkça duydum, sıkça yuttum.

Ama olaya bir de şu şekilde baksak...
Akıllı telefonlar aynı zamanda kişisel birer asistandır. Ve siz ne kadar para bayılırsanız o denli de becerikli bir asistanınız olur.

Bakın neler yapıyorum bu asistanla...
1. Pek tabii "alo" diyorum, sohbet gereksiz yere çok uzadıysa da "hee dayı kapatıyom gontör çok yazdı" diyorum.

2. Derslerim esnasında 2004 yılı ekonomik verilerini sunan 2014 basımı ders kitabına isyan eden öğrencilerime son yılların ekonomik verilerini anında sunabiliyorum.

3. Hastahanede, postahanede, bankada bilimumum sıra beklenen mekanda ister web sörfüyle ister sosyal medya vasıtasıyla hayatımda "sıkılmak" kavramını yok ediyorum.

4. Gelişmeler, olaylar, kişiler, zamanlar...ihtiyacım olan her türlü bilgi ve haberler elimin altında.

5. Zilyon tane e kitap, milyon tane e dergi ile her zaman kütüphanem yanımda.

6. Çoluğumun, çocuğumun ilk agusunu, ikinci adımını, üçüncü dişini hiç kaçırmadan yüksek çözünürlükte fotoğraf ve video ile kişisel arşiv oluşturuyorum, ki bu ancak yıllar sonra değeri anlaşılabilecek bir güzellik.

7. Sözlük, çeviri, video izleme, müzik dinleme, nöbetçi eczaneyi öğrenme, banka işlemleri, fatura ödemeleri, navigasyon, fotoğraf düzenleme, e posta takibi, türlü çeşit oyun, elektronik alışveriş vs. vs...

Yüzbinlerce uygulama telefonunuza getirilen yeni bir özellik demek. Örneğin oğlumun gaz sancılarını telefonuma yüklediğim uygulamadaki süpürge, fön makinesi vb. sesleri sayesinde olabildiğince kolay atlattık. Şimdi de yüklenen TRT Ninniler uygulaması mama seanslarımızın en büyük yardımcısı.

Ha bir de Siri muhabbeti var ki IOS platformun da, ciddi ciddi can sıkıntısını giderebiliyor kimi zaman. Bazen saçmalasa bile eğlenceli kadın şu Siri.

İyi hoş da kardeşim bunları 700-800 liralık bir telefonla yapamaz mıydın?

Pek çoğunu yapabilirdim tabii ki. Ancak üst düzey teknoloji bunları en verimli şekilde kullanmanızı sağlıyor.
Benim gibi takıntılı bir kişiliğiniz var ve satın aldığınız bir üründen beklediğiniz verimi alamıyor ve kaldırıp atasınız geliyorsa "Ucuz mal alacak kadar zengin değilim" atasözünün gölgesinde kendinize savunma taktikleri hazırlarsınız.
Dört yıldır iPhone kullanıyorum. Üç buçuk yılı 4s ile son altı ayı da 6 Plus ile. Bu süre içerisinde akıllı telefon denen meretin çok faydasını gördüm. Ben gibi öğrenme aşığı biri için google, sörfçünün okyanus dalgası gibi.

Ekonomik durumunuz ne kadarına müsade eder, siz ne kadarına müsamaha gösterirsiniz bilmiyorum ama ben hayatımdaki öncelikleri yer değiştirdim, pek çok zevke dayalı masraf kalemini geri çekip teknolojiyi öne aldım. Faydasını da gördüm.

Son olarak..
Düğün dernek gezen bir davulcu olsaydım en iyi davulu almak isterdim, zira ekmeğimi onla kazanıyorum. Ben bir öğretmenim  haliyle benim işim bilgiyle, bilmekle, öğrenmekle ve gündemi takip etmekle..haliyle davulcu için davul neyse benim için de akıllı telefon o oldu.
Baştaki sorunun cevabını kısaca özetliyeyim..
"Evet güzel kardeşim benim gibi dibine kadar kullanacaksan bu telefona bu para verilir."

16 Ocak 2015 Cuma

Karpuz

Kar gibi beyazdı bulutlar.
Gökyüzü masmavi. 
Mavi gökyüzünde nazenin kızlar gibi süzülüyordu kar gibi beyaz bulutlar...
Yığın yığındılar. 
Uzansam dokunabilecektim sanki.

Parlak ve serin bir kasımdı.
Belki de aralık.

Merdivenin trabzanlarına yaslanmış, bulutların nazlı süzülüşlerini izliyordum, sonsuz mavilikte..
Sekiz ya da dokuz yaşındaydım.
İnsan yaşamının en değerli en doyumsuz yıllarında.

Binlerce benzeri yaşanan sıradan alelade bir kasımda, kim bilir belki de aralıkta yaşadığım o kısa an hiç bir zaman çıkmadı zihnimden.
Latinlerin "carpe diem" dediği olguyu belki ilk kez o gün fark ettim.
Serin sonbahar yeli yanağımdan süzülüp giderken.

Sizin için de benzer anlar vardır eminim. 
Belki nesneler. 
Gördüğünüzde sizi alıp derinlerinize götüren eşyalar, şarkılar, yerler olmalı hayatınızda. 
Sizin için herhangi birinden daha fazla anlamla yüklenmiş şeyler.

Ben mesela, o eski siyah karpuzları çok severim. Manav tezgahlarından kaybolup gittiği yıllar boyunca özlediğim, onca anı, onca anlamla yüklü, siyahi yeşil kabuklu kan kırmızı karpuzları.

Yaz mevsiminin sıcağında, zengin-fakir ayrımı yapmadan pek çok ailenin sofrasını süsleyen o meyve, çocukluğumun en doyumsuz zamanlarına taşır beni.
Benim zaman makinemdir o.

Ona bakınca, ablamla akşam altı olmadan yolun kenarına çıkıp işten dönem babamı beklediğimiz anları anımsarım. 
Annem, babam, ablam ve beni görürüm. Yer sofrasında yenen yemeğin ardından kan kırmızı dilimler gelir gözümün önüne ve "Ekmekle yiyin, karnınız daha iyi doysun" diyen babamın sesi yankılanır kulaklarımda.

Ona bakınca anımsarım pazardan alınan naylon terlikleri. Yeni aldığımda içime çektiğim plastik kokusunu anımsarım. Şimdi asla terlik giymeyen bir yetişkin olarak.

Almancı komşularda toplanıp videoyoda izlediğimiz Küçük Emrah filmlerine döktüğümüz göz yaşlarını anımsatır bana. Emrah ve çileli, gariban anasının başına gelenler..

Çizgi film izleme aşkıyla erkenden kalktığım cumartesi sabahlarını, havuzbaşında yapılan "Tontonlar-Ponponlar" yarışmalarını anımsarım o siyah karpuza baktığımda.

Ailece yapılan, diğerlerinden daha uzun süren pazar kahvaltılarını, o kahvaltılardan önce gidilen bakkal dükkanını anımsarım mesela. 
Kalın camlı gözlükleriyle hafızamda canlanır bakkaldaki yaşlı amca. 
Yavaş, sükunetli hareketlerle peyniri tenekeden çıkarıp tezgahın üzerinde kesişi, pazarcı terazisinde önce naylona sonra kağıda sarıp paket lastiğiyle sarmalaması. Ve koltuğum altına sıkıştırdığım gazeteye sarılı o çıtır, sıcak ekmekler.

Kan ter içinde kaldığım sokak oyunlarını anımsatır bana o siyah karpuz. 
Ve annemin terli sırtıma sokuşturduğu havluyu.

"Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” der ya Özdemir Asaf.
İşte insanın da yaşamı büyüdükçe kirleniyordu. Saflığını yitiriyor, uzaklaştıkça daha bir özleniyordu.
Ve ilk özlenen, ilk kirlenen de çocukluk yıllarımız oluyor.
Nesnelere, olaylara, yerlere sığdırdığımız anıları yitirmemek için direniyoruz dünyanın kaoslu heyulasında.
Kimisi bir şarkıya sığınır, bir yere, bir eşyaya.
Kimisi de benim gibi sulu, leziz bir karpuza.

7 Aralık 2014 Pazar

Apple Ürünlerini Kılıfa Kurban Etmek (1)

Uzay Yolu..
Yıldız Savaşları..
Geleceğe Dönüş..

Yaşı otuzun üzerinde olanlar için olduça anlamlı olan bu yapıtlar milenyum öncesi dönemde insanların teknolojiye bakış açısını da yansıtıyordu...

6 Ağustos 1945'de Hiroşima'ya atılan atom bombası patladığında Dünyada soğuk savaşın başlayacağı, askeri teknolojinin ardı sıra uzay teknolojisine de ağırlık verileceği belli olmuştu..
Ancak iletişim kavramının globalleşme ile ortaya koyduğu birliktelik teknolojinin seyrinde de değişmelere neden olacak gibi görünüyordu..

Sabit telefonlarla kurulan iletişim evet konforlu ve güzeldi, uzaktaki akrabaların, sevgililerin seslerini duyabilmek çok hoştu, ama kesinlikle kişisel olamıyordu..
Bulunduğunuz ortamda yalnız değilseniz telefonda özel görüşmeler yapmak ölümdü..Hele de sevgilinizle..
İşte bu noktada cepte taşınabilen telefonlar devreye giriyor ve insanlara "kişiselleştirme" özgürlüğünü veriyordu..
Artık insanların teknoloji konusunda bakışları uzayın sonsuz boşluğundan avuçlarının içindeki minik dünyaya çevrilmiş oluyordu..
Oldukça bakir bu alanda Ericsson 628, 688'ler, Nokia 3110, 5110'lar arz-ı endam ediyor, teknoloji nimeti her yıl insanlara yepyeni özelliklerle adeta şov yapıyordu..
Düşünebiliyor musunuz elinizdeki o küçücük şey (küçücük kavramı tartışılabilir) hem bir telefon hem de yılan oyunu ile size hoş vakit geçirtebilen bir eğlence makinesine dönüşebiliyordu..




Sonrasıysa malum..
Mp3 çalma, VGA kalitesinde de olsa fotoğraf çekme vs. vs...
Sonra çirkin çirkin tasarımlarıyla kullanışsız, estetikle ilgisiz dokunmatik telefonlar (esasında basmatik ya da çökmatik demeli) çıktı..
Piyasada öylesine varlarken ve esasında çok da tercih edilmezlerken (ki bu dönemde Nokia, kalitesinin düşürdüğü dandik tuşlu telefonları ile insanların sırtından beslenmeye devam ediyordu) takvimler Ocak 2007'yi gösterdiyor, iPod ve iTunes ile müzik dünyasını sarsan Jobs sahneye çıkıp o gün sadece telefon/cep telefonu dünyasını değil teknolojinin de gidişatını değiştiriyordu.

iPhone sahip olduğu teknik özellikleri ile hep teknolojiyi ileriye taşıyan bir firma oldu..
Zaten bu konu bizim alanımızın dışında..
Biz Apple ürünlerine ikonik bir kimlik kazandıran onları birer arzu nesnesi haline geitren tasarımlarından bahsetmek istiyoruz. 
Esasında Apple'ı Apple yapan takıntılı kişiliği ile yarattığı eserlere ince bir zevki ve dibine kadar da kaliteyi işlemeyi arzu edinen Jobs faktörüdür...
Onun ürettiği ürünler konusunda ne denli titizlendiğini, sırf bir vida tasarımı için bile neler yaptığını az çok duymuşsunuzdur.. (Hatta ilginizi çekerse Walter Isaacson’un ve Michael Mortiz’in kitaplarını önerebilirim.)

Son dönemde daha yoğun kullanılmaya başlanan metal ve Sir Ive'ın ince zevki birleştiğinde insanlara ellerine aldıklarında dokunmaktan zevk aldıkları birer sanat eseri hediye edilmiş oluyordu ve pek tabii ki Apple ürünlerinin sahip olduğu bu nitelikler onları rakiplerinden farklı bir noktaya taşıyordu..
Ben Apple'la metali daha yoğun tercih ettiği son dönemde tanıştım. 2011'de iPhone 3gs ile Apple dünyasına dahil oldum. Ama sonrasında hızlı bir şekilde iPhone 4s, iPhone 5, 5c, Macbook Pro, iPod Shuffle,iPad with Retina Display, iPad Air, Time Capsule ve son olarak iPhone 6&6 Plus.

Tüm ürünlerin tasarım ve üretim aşamasında gösterilen hassasiyet, tüketici kitleye verilen önemi her zerresinde hissettiriyor. Mac OSX veya IOS’un yazılımsal boyuttaki kullanıcı dostu yapısına ise hiç değinmiyorum. Dedik ya meselemiz Apple ürünlerinin tasarımsal inceliği.

Peki ama bunca AR-GE ile ortaya konulan, inovasyon kavramının yaşayan karşılığı şeklinde tanımlayabileceğimiz Apple’ın sanat eseri tarzındaki ürünlerini kılıfla kullanmak onlara bir nevi hakaret olmuyor mu? Bu onların doğallığına bir darbe değil mi?

Ama maddi kısıtlamaların sıkıcılığından kurutlabilseydim tüm Apple ürünlerini keyifle kılıfsız kullanmayı arzu ederdim.
Zira gerek Mac'de gerekse iPad ve iPhone'da ince bir sanatın, tasarım anlayışının yansımasını görüyor ve kaliteyi hissediyorsunuz..ancak dedim ya maddiyat hayattaki tüm zevkleri doyasıya yaşamanıza müsade etmiyor :)

İşte bu nedenle ben de kullandığım üç harika Apple ürününü kılıfa kurban etmek durumunda kaldım..
Hangi kılıfları neden tercih ettiğimi bu yazının ikinci bölümünde devam etmek istiyorum..

Yine buraya kadar gelebilen, sabır gösteren, şöyle bir bakıp tadımlık bir kaç satır okuyan herkese çok teşekkürler..
Kerem GÜREL
Samsun

20 Kasım 2014 Perşembe

Telefona Kaptırılan Anlar...

Sahip oldukları donanımları, yazılımdaki başarıları ile son dönem teknolojik cihazlar özellikle telefon ve tabletler  insanoğlunun yaşamında kişiselleştirmeyle birlikte kolaylaştırma gibi etkilerde de bulunmaya başladı...

Telefon ve tabletleri ama özellikle telefonları artık o kadar seviyoruz ki nurtopu gibi bir korkumuz da ortaya çıktı..
"Nomofobia" 
İngilizce “no mobile phobia”dan türetilen “nomofobia yada nomofobi"yi tabir-i caizse ellerindeki telefonun içine düşen insanların ondan mahrum kalma korkusu şeklinde özetleyebilir, ya da "Telefonum çalınır yada şarjı biterse ben de biterim abiii!" diyenlerin duygusudur şeklinde tanımlayabiliriz.



Şarjı bitmiş olsa bile beynimiz bize oyunlar oynayıp cebimizdeki telefonu çıkarıp kontrol etmemiz gerektiğini söyleyebiliyor kimi zaman.
Farkındasınız siz de değil mi?

Hobili fobili takılıp kaldığımız bu cihazları en çok bize ait oldukları için seviyoruz sanırım. Bize ait bize..Kimseye değil sadece bize...hele de Apple'ın başlattığı parmak okuma teknolojisiyle beraber dandik kilide sahip günlüklerden artık yüksek teknoloji korumalı kişisel alana sahip oldu milyonlarca genç. Ve tabii bizler..

E itiraf edelim o halde...Giderek bencilleşen, egoizme boğulan bir dünyada biz de kendimize ait mikro alanlar yaratmayı seviyoruz..Telefonlar ve tabletler ama özellikle telefonlar kendi zevklerimizle dayayıp döşediğimiz, bizim sevdiğimiz müzik, film, uygulama, kitap, dergilerle, uygulamalar ve oyunlarla dolu sanal bir dünya yaratma yetisini kazandırıyor...Bu sayede işten eve geldiğimizde eşimizin, annemizin, çocuğumuzun yanındayken bile o sanal dünyamıza kaçabiliyor orda bi haber okuyup iki yorum çaktıktan sonra gerçek dünyaya dönebiliyor sohbete devam edebiliyoruz...ya da otobüste özellikle cam kenarını tercih edip işe gidene kadar hiç çıkmadan geziniyoruz o sanal alemimizde...Dişçide sıra mı bekliyorsunuz...Şarjınız %60 internet kotanız tükenmekten uzaksa hoop bir bakmışsınız o sanal dünyadasınız çoktan...

Oraya artık o kadar çok girip çıkıyoruz ki Turkcell gibi bu işten ekmek yiyen bir firma bile küçük Selocanlarına "Telefooonu telefoooonu telefonu bırakk!" dedirtivermişti bir zaman.

Telefonlar veya tabletler birer Terminatör'e dönüşüp dünyayı ele geçirirler mi? 
Valla gecenin bi yarısı Karadeniz kıyısından baktığımda ben bunu net göremiyorum ama yavaş yavaş hayatlarımızı ele geçirdiğini, elleri buruş buruş olmuş anamızın, kamburu çıkmış babamızın yanında telefonumuzun ekranına yapışıp kaldığımızı, ya da kızımızın/oğlumuzun sorularına otomatik cevaplar verip ne dediğimizin bile farkına varmadığımızı gayet iyi görebiliyorum.

Hayatımızda "Can Sıkıntısı" kavramını azaltan, yaşamımızı pek çok açıdan kolaylaştıran bu cihazların sevdiklerimizle geçireceğimiz o çok değerli vakti çalmaması dileğiyle yazıyı noktalıyorum...

Tamamen farklı amaçlarla başladığım yazı bir gece vakti bu noktaya ulaştı. Nasipse bir başka sefere diğer meramımı anlatırım. 

Okuma nezaketini gösteren tüm dostlara selam olsun...

Kerem GÜREL
Samsun

7 Kasım 2014 Cuma

NEDEN APPLE?

Apple..
Steve Jobs'la efsaneleşen, pek çok analist tarafından onun ölümü ile bocalama yaşasa da hala dünyanın en değerli şirketi sayılan, son çeyrekteki geliri 42,1
milyar dolar, elindeki nakit miktarı 155 milyar doları bulan bir teknoloji devi...

Üzerinde en çok konuşulan, en çok tartışılan şirketlerden biri. O denli ki artık pek çok yerde futbol, siyaset kadar teknoloji muhabbetlerinin de döndüğünü; 
"Mercedes mi BMW mi?"
"Galatasaray mı Fener mi" geyiklerinin yerini 
"Apple mı Samsung mu" sorularının aldığına pek çoğunuz şahit olmuşsunuzdur sanırım.

Geçtiğimiz 12 ayda tam 243 milyon adet iOS cihazı satan bu devle tanışmam 2011 yılı ekim ayına denk gelmektedir, ki bu benim gibi bir teknoloji meraklısı için geç bir tarih olsa gerek.

(1999'da başlayan telefon maceramın kronolojik gelişimi aşağı yukarı bu şekildeydi.)


İlk dokunmatik telefonla tanışmam bir dönem ortalığı kasıp kavuran Nokia 5800 ile olmuştu. Sonrasında yazılımdan, uygulama mağazasından bi haber teknoloji acemisi ben için bir sonraki durak Samsung Wave 2 olmuştu.

Ama ya reklamlarda ya da kimi dizilerin artizlerinde gördüğüm iPhone'lar aklımın bir köşesinde kendine kaçak gecekondu dikmeye çoktan başlamıştı bile. 
Nitekim 4s'lerin tanıtımıyla fiyatları düşen 8gb'lık 3gs'ler ilgi alanımda ele geçirdiği alanı her geçen günü daha da büyütüyordu ki ben planlama aşamasına geçtiğimi fark etmiş oldum. Şuursuzca, koleksiyonunu yaptığım model otomobillerden en değerli olanını bu iş için kurban seçmiştim çoktan.(sonrasında ne pişmanlıklar yaşadım bir bilseniz..300 tl'ye sattığım bu modelin iki yıl sonra 1500-2000 tl gibi satıldığını da gördüm :'(  ) 



Ve gittim.
Gittim ve bir Turkcell bayisinden 12 taksitle (bir kısmını modelden gelen parayla sağlamış idim) iPhone 3gs aldım ve böylece Apple dünyasına adım attım. Aldığım gece telefonun ilk açılış ve kurulumunda ne kadar acemi olduğumu hatırlıyorum şimdi tebessümle...Açılışta otomatik olarak sorulan o sorular yanlış bir şeyler yaparım korkusu ile bana ecel terleri döktürmüş, hemen çevirdiğim Turkcell müşteri hizmetlerindeki elemanın yardımı ile ancak telefonun kurulumunu tamamlayabilmiştim.
Ve o telefon bana ancak iki ay dayandı. Zira, yıllardır içimde usul usul uyuyan teknoloji canavarı uyanmak için bir Apple cihazına dokunmamı bekliyormuş meğer..

Ve ben yine gittim.
Gittim ve bu kez bir Vodafone bayisinden 24 ay taahhütle iPhone 4s aldım. Telefonu almadan önce günlerce cebimde sakladığım Vodafone'un 4s reklam broşürünü hala saklarım her ne kadar köşeleri yıpranmış, buruşmuş olsada..

4s, teknolojiye bakış açımı tümden değiştirdi..Hayatımı kolaylaştırmasının yanı sıra o güne kadar hiç bir cihazın olmadığı kadar dahil oluverdi hayatıma...Uygulama mağazasından beğenilen uygulamalar birer ikişer yüklendikçe ben yeni bir pratiklikle, yeni bir eğlence anlayışı ile tanışıyordum. İlk yaptığım işlerden biri Walter Isaacson'un Jobs'un biyografisini anlattığı kitabı bir yerlerden (?) bulup telefonuma indirmek ve okumak oldu.

O kitap ve kitapta anlatılan Jobs Apple hayranlığıma indirilmiş bir hayranlık kırbacı idi. Steve Jobs'un takıntılı kişiliğinde kendimden de benzerlikler buldum kimi zaman, kimi zaman da iletişim konusundaki eksikliklerine, insanın sinir dünyasını allak bullak eden davranışlarına gıcık oldum.

O zamanlar 3 yaşında olan kızımın bir çok videosunu, pek çok fotoğrafını çektim 4s'le. Her an elimin altında sınıfına göre son derece başarılı bir kamera, f.makinası oldu bana. Onun sayesinde ne zaman büyüdüğünü fark edemediğim kızımın, ileride değeri çok daha artacak belki binlerce fotoğrafını/videosunu çektim. Siz sırf bu nedenle bir teknolojik alete minnet duymaz mıydınız?

Ya onun sayesinde gidermeye çalıştığım bilgi açlığım. Cebimde 24 ciltlik bir Büyük Larousse seti taşıyordum sanki..Kimi zaman beklediğim dişçi sırasında bana yarenlik ediyor, sörf yapıyordum. Kimi zamanda öğrencilerimle kitaplarda neden güncel veriler kullanılmadığını eleştiriyor, telefondan girdiğimiz internette 2012 yılı dış ticaret rakamlarını bulabiliyorduk..Sene sonu geliyor, öğretmenler odasındaki tek bilgisayar not girişi sırasıyla boğuşurken ben kenara çekiliyor ve iPhone'un Retina ekranının rahatlığında usul usul giriyordum notlarımı e-okul sistemine..

Pek çoğunuzun yaptığı gibi film de yükledim, müzik de telefonuma. Ama Apple'ın alternatiflerine göre sunduğu ekstra güvenlik ve onun getirisi rahatlık en çok banka işlemlerinde işime yarıyordu. Benim gibi kredi kartlarına, taksitlere boğulmuş memur takımı için ayın 15'inin ekstra yükten başka hiçbir anlamı yoktur. Düşündüğünüz gibi alem falan yapmıyoruz o gün yani. Zira internet bankacılığı ile artık ayın 15'inde para sanal olarak ordan oraya EFT yapılır, havale yollanır, kartlar ödenir ve siz ya eksi bakiyeye düşer, ortaya çıkan görüntüyü kararan bir surat ifadesi ile izler ya da elde kalan iki haneli rakama düşmüş para için bi ara bi bankamatiği ziyaret edersiniz. İşte bu sanal trafikte Apple için geliştirilen uygulamalar hayatımı bir hayli kolaylaştırıyor bankaların o boğucu atmosferini daha az solumama sebep oluyordu.

Tek başına yapılan kahvaltılarda artık haber sitelerini gezinmek, köşe yazılarını okumak rutine dönüşmüş, gündem takibinden büyük kolaylık sağlar hale gelmişti. 

Rutin olarak yaptığım yaz tatili köy ziyaretlerinde zar zor çeken interneti kullanıp sanal alışverişler yapıp siparişler hazırlayabiliyordum artık..

Apple bana sadece "hayatım toplantı uzayacak galiba, kızımı benim için öp" demeye yarayan bir cihaz vermemiş aynı zamanda bir yaren, bir yaver de vermişti. Hayatımı kolaylaştırdığı kadar artık "can sıkıntısı" kavramı da onun sayesinde hayatımdan yavaş yavaş uzaklaşıyordu.

Artık sıkılmaya başladığınızı hissediyorum...
Yoksa yanılıyor muyum...
"İyi de güzel kardeşim tüm bu saydıklarını bir Samsung'la, bir HTC ile de yapamaz mıydın?" diyorsunuz galiba..
Mantıksal olarak evet Samsung Galaxy S2,S3,S4,S5'ler, Galaxy Grandlar,Neolar,Alphalar, Younglar, Aceler...(ve daha yüzlerce Samsung Galaxy serisi daha) yada HTC One X'ler,One m7'ler m8'ler hepsi de aynı işi görmesi için üretilmiş cihazlar...
Ama bu durumda mantık tek başına işe yaramıyor...Zira beğeniler, beklentiler, kişisel zevkler devreye giriyor...
Çünkü kaliteyi seviyorum...

Evet.
İşte Apple'ı seçmemdeki nirengi noktası bu.
Çünkü ben kaliteyi seviyorum.
Ve Apple bu piyasadaki en kaliteli firma...Bu işi hakkıyla yapabilen tek firma.
Sunduğu ürünler fiziksel anlamda da kullanım anlamında da size kaliteli olduğunu hissettiriyor.Çünkü o teknoloji dünyasının Rolls Royce'u.

Jobs'la başlayan takıntılı üretim anlayışı ufak fireler (iPhone 6 ve 6 Plus'daki kamera çıkıntısı gibi) verse bile hala devam ediyor. 

Kalite kadar önemli hatta onu destekler bir konu daha var ki;
Tasarım.
Apple ürünlerinde hakim olan sadelik, flat dizayn ve kullanıcı odaklı yaklaşım şuan kullandığım iPhone 6 Plus, iPad Air, Macbook Pro ve Time Machine'de kendisini hissettiriyor. 

Ve evet, Apple'ın son güncellemeler ile daha da kuvvetlendirdiği tüm cihazları birleştirme prensibine dayalı olarak oluşturduğu ekosisteme bırakıverdim kendimi. Rahatlığını yaşıyor, keyfini sürüyorum.
Maillerim, Kişilerim, Notlarım, Kitaplarım... hepsi ortak sistemde ve ben birinde başladığım işi diğerinde devam ettirip bitirebiliyorum. Ne Samsung'un ne de Microsoft'un bunu bu kadar kaliteli şekilde sunması şuan mümkün. Bu da yukarıda saydığım (hatta eksik saydığım) tüm maddelerle beraber Apple'ı sektörün bir numarası yapıyor.

Her ne kadar 4.7 ve 5.5 inçlik ekrana sahip son iPhone modelleri ile Apple'ın takip edilen değil takip eden bir firma olduğu söylense de ben Macintoshlardan iPodlara, iPhonelardan iPadlere ve hatta  Watch'a kadar tüm Apple ürünlerinin ya kendi sınıflarını ya da sınıf standartlarını yarattığını düşünüyorum. Bu da Steve Jobs'un bir başarısıdır muhakkak ki neden bilmem ruhuna Allah rızası için bir Fatiha okuma arzusu doğuyor bu aklıma geldikçe.

Bu yazı Apple fan boyluğu için (Türkçeye böyle iğrenç bir kelime de katmış oldum galiba) yazılmadı kesinlikle..Gece yarısı Apple Store önünde kuyruğa girmeye, varını yoğunu ortaya koyup her yıl telefon değiştirme gayretine çok da akılcı bakmıyorum açıkçası. Teknoloji yazarı Serdar Kuzuloğlu'nun bir röportajında bahsettiği gibi ağzındaki çürüğü yaptırmayan nice insan en son çıkan telefonu alma derdinde. İşte bu yanlış.
Çok yanlış.
Bu sektörde Apple'ın politikalarının da ürünlerinin de hatalı kısımları olduğunu/olabileceğini biliyor ve inanıyorum. Ama hatalarla, müşteri kazıklayarak daha fazla kar elde etme derdindeki hissedarlarla dolu bu teknoloji dünyasında Apple diğerlerine göre ürünlerini ve hizmetlerini daha sağlam daha kaliteli sunmayı beceriyor. Yani tüketime dayalı, kusursuz şirket bulamayacağınız bu piyasada Apple Abdurrahman Çelebi* oluveriyor.

*Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler...